Ödev, bilgi yükler; görev, anlam
katar."
Eğitim
sistemimizde uzun yıllardır süregelen bir alışkanlık var: “ödev”. Günlük
hayatımızda o kadar yer etmiş ki çoğu zaman neden verildiğini bile sorgulamadan
kabulleniyoruz. Öğrenciler, okuldan çıkarken sırtlarında sadece kitaplarını
değil, aynı zamanda o gün eve götürecekleri ödev yükünü de taşırlar. Matematik
problemleri, okuma özetleri, testler… Peki, bu ödevler gerçekten öğrenmeyi
pekiştiriyor mu, yoksa sadece yılların getirdiği bir alışkanlığı mı
sürdürüyoruz?
Ödev kavramı,
çoğu zaman standartlaştırılmış bir kalıp içinde sunulur. Her öğrenciye aynı
sorular, aynı alıştırmalar verilir. Oysa sınıfın içindeki her birey birbirinden
farklıdır. Kimi sayılarla arası iyidir, kimi sözcüklerle dans etmeyi sever.
Kimisi hızla kavrar, kimisi zamana ihtiyaç duyar. Ancak bu çeşitlilik, verilen
ödevlerde çoğu zaman göz ardı edilir.
Bir öğrenci
için 50 matematik sorusu bilgi pekiştirme anlamına gelebilirken, başka bir
öğrenci için bu sadece zihinsel bir yorgunluk, hatta öğrenmeden soğuma sebebi
olabilir. Bu noktada, klasik ödev anlayışının öğrenciyi birey olarak değil, bir
kalıp içine sıkışmış varlık olarak gördüğünü fark etmek gerekir.
İşte tam bu
noktada, ödev yerine "görev “kavramını koymak, eğitimin doğasını daha
anlamlı kılabilir. Görev; öğrencinin yaratıcı düşünmesini, merak etmesini,
keşfetmesini ve sorumluluk almasını teşvik eder. Öğrenciyi pasif alıcı olmaktan
çıkarır, aktif üretici haline getirir.
Örneğin bir
tarih dersinde, klasik “II. Dünya Savaşı’nın nedenlerini maddeler halinde
yazınız” sorusu yerine, öğrencilere şöyle bir görev verilebilir: “1939 yılında bir gazete editörü olsaydın,
savaşın çıkmasını engellemek için manşetinde ne yazardın?”
Bu tür bir
görev, öğrenciyi sadece tarihsel bilgiye ulaşmaya değil, o bilginin dönemin
koşulları içinde nasıl kullanılabileceğini düşünmeye de zorlar. Öğrenci,
kendini tarihin içinde bir aktör gibi hisseder. Eleştirel düşünme, empati kurma
ve yaratıcı yazma becerileri devreye girer.
Görevlerin en
önemli özelliği, öğrenmeyi gerçek hayatla ilişkilendirmesidir. Örneğin, fen
bilgisi dersinde “Bitkiler fotosentez yapar. Açıklayınız.” demek yerine şöyle
bir görev verilebilir: “Evde bir bitki yetiştir ve onun büyüme sürecini 4 hafta
boyunca gözlemleyip bir günlük tut.”
Bu görev,
öğrenciyi doğayla buluşturur. Gözlem yeteneğini geliştirir, sabır kazandırır ve
doğanın döngüsüyle bir bağ kurmasını sağlar. Bilgi, artık soyut değil; somut
bir deneyim haline gelir. Öğrenci sadece öğrenmez, aynı zamanda yaşar.
Başka bir
örnek, Türkçe dersinden verilebilir: “Bir kompozisyon yazmak yerine,
mahallendeki yaşlı biriyle röportaj yap ve onun çocukluk anılarını derle. Bu
anlatıyı hikâyeleştirerek yazıya dök.”Bu görev, hem dil becerilerini geliştirir
hem de sözlü kültürün aktarımına katkı sunar. Öğrenci kendi çevresine kulak
vermeyi öğrenir, empati kurar, kuşaklar arası bağlar güçlenir.
Elbette bu görev temelli yaklaşım, öğretmenler için daha fazla planlama, daha çok bireysel takip gerektirir. Her öğrenciye uygun görevler üretmek, standart testler dağıtmaktan daha zahmetlidir. Ancak bu emeğin uzun vadede karşılığı çok daha kıymetlidir. Görev temelli öğrenme ortamlarında öğrenciler daha çok katılım gösterir, motivasyonları artar ve öğrenmenin sorumluluğunu üzerlerine alırlar.
Ayrıca
görevler, öğrencilerin sadece bireysel değil, toplumsal sorumluluk bilincini de
geliştirebilir. Örneğin:“Mahallende eksik gördüğün bir şeyi tespit et ve bu
konuda bir çözüm önerisi geliştir. Bunu sınıfta sun ve tartışmaya aç.”Bu tarz
görevler, öğrencilerin yaşadıkları çevreye duyarlı bireyler olmalarını teşvik
eder. Eğitim, sadece bilgi aktarmakla kalmaz; yaşama dair duruş kazandırır.
Her şeyin
ezbere dayandığı bir sistemde, çocukların öğrenmeye dair heyecanlarını kaybetmeleri
şaşırtıcı değildir. Oysa görevler, öğrenmeyi bir zorunluluk değil, bir keşif
süreci haline getirir. Öğrenci artık “Bu ödevi yapmak zorundayım” demez; “Bu
görevi nasıl çözebilirim?” diye düşünmeye başlar. Görev; öğrencinin yeteneğini
ortaya çıkaran, fikirlerini önemseyen bir yapıdır.
Eğitimde
köklü dönüşümler, cesur fikirlerle başlar. Belki de artık o klasik “ödev”
dosyalarını rafa kaldırmanın ve yerine görevlerle donatılmış bir eğitim
anlayışını benimsemenin zamanı gelmiştir. Görevler, öğrencilere güven verir;
onların düşünen, hisseden, çözüm üreten bireyler olduğunu hissettirir.
Çantaların
içindeki kâğıt yığınlarını hafifletmekle kalmayalım; çocukların ruhunu, hayal
gücünü, özgüvenini de hafifletelim. Çünkü gerçek öğrenme, bir sayfanın üzerindeki
doğru cevabı işaretlemekle değil, bir görevin peşinde merakla, heyecanla ve
sorumlulukla yürürken karşılaştığımız keşiflerle olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder