"Barış, silahların susmasıyla değil,
kalplerin birbirini duymasıyla başlar."
Tarih, bazı
anlarda yalnızca silahların değil, sözlerin de kaderi değiştirdiğine tanıklık
etmiştir. Abdullah Öcalan’ın çağrısı da işte böyle bir dönüm noktasında yankı
bulmuş, çatışmaların gölgesinde bir umut kapısı aralamıştır. Onun sözü,
yalnızca bir barış talebi değil, aynı zamanda geçmişin acılarıyla yüzleşme ve
geleceği ortak bir adalet temelinde inşa etme çağrısıdır. Çünkü gerçek barış,
yalnızca silahların susmasıyla değil, halkların birbirini anlamasıyla
mümkündür. Bu çağrı, tarihin yükünü taşıyan bir coğrafyada, yeni bir başlangıç
ihtimalini fısıldamaktadır.
İnsanlık
tarihi, kan ve gözyaşı ile yazılmış bir kitap gibi önümüzde duruyor. Sayfaları
çevirdikçe, her harfin ardında yankılanan acıları duyuyoruz. Fakat bu kitap
sadece savaşların, düşmanlıkların tarihi değil; aynı zamanda barışa ulaşma
çabasının, uzlaşının ve kardeşliğin de tarihidir. Her millet, her halk, barışı
aramış, kimi zaman kaybetmiş, kimi zaman yeniden inşa etmiştir. Barış, yalnızca
silahların susması değil, kalplerin birbirine açılmasıdır.
Platon der ki:
"Adalet, ruhun uyumudur." Adaletin olmadığı yerde, barış da eksik
kalır. Toplumları bir arada tutan görünmez iplerin en sağlamı adalettir; çünkü
adil olmayan bir düzen, barışın değil, geçici bir sessizliğin garantisidir.
Kant ise ebedi barışı hukukun üstünlüğü ile mümkün görür: "Hukukun egemen
olmadığı yerde, herkes herkesin düşmanıdır." Oysa barışın gerçek anlamı,
insanların birbirini düşman görmekten vazgeçmesinde saklıdır.
Bu topraklar,
çatışmaların ve acıların gölgesinde büyüdü. Ancak toprağın belleği vardır; ona
ne ekerseniz, size onu geri verir. Eğer öfke ekerseniz, kin biçersiniz. Eğer
adalet ekerseniz, barışın meyvelerini toplarsınız. Barış, karşılıklı inkârla
değil, kabul ve uzlaşıyla mümkündür.
Jean-Jacques
Rousseau "İnsan özgür doğar ama her yerde zincirlenmiştir." der.
Toplumun koyduğu sınırlar bazen insanın ruhunu hapseder; ama en büyük
hapishane, insanın kendi içindeki korkularıdır. Barışa ulaşmak, işte bu
korkuların üstesinden gelmekle mümkündür. Thomas Hobbes'un dediği gibi,
"İnsan insanın kurdudur", ama aynı insan aynı zamanda barışın da
mimarı olabilir. İnsanın en büyük sınavı, içindeki kurdu mu besleyeceği, yoksa
içindeki ışığı mı büyüteceğidir.
Gerçek barış,
sadece bir coğrafyanın sınırları içinde değil, insanların kalplerinde başlar.
John Rawls’un “adalet olarak eşitlik” ilkesinde belirttiği gibi, barış toplumun
tüm kesimlerinin haklarını gözeterek inşa edilmelidir. Mahatma Gandhi’nin
"Göz göze, diş dişe" anlayışı tüm dünyayı kör eder sözü, bizlere
intikam ve düşmanlıkla hiçbir yere varamayacağımızı hatırlatır.
Barışa
yürüyenlerin yolunu aydınlatan en büyük ışık, sevgidir. Mevlana’nın dediği
gibi: "Gel, ne olursan ol, yine gel." İşte barışın dili budur; bir
çağrıdır, kucaklamadır, öteki olmaktan vazgeçmektir. Çünkü gerçek huzur, ne
sadece bir devletin, ne sadece bir halkın, ne de sadece bir liderin omuzlarına
bırakılabilir. Gerçek barış, tüm kalplerin bir araya gelip yeni bir dünya inşa
etmeyi kabul etmesiyle mümkün olur.
Gelin,
hep birlikte savaşın ve kinin defterini kapatalım. Tarihin bize öğrettiği en
büyük ders, düşmanlığın değil, barışın kalıcı olduğudur. Victor Hugo’nun dediği
gibi: "Barış, en büyük zaferdir." Ve biz, bu zaferi kazanmak için
yeterince acı çektik.
Barışın
sesi, en yüksek ses olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder