Diyarbakır,
yalnızca tarihsel derinliğiyle öne çıkan kadim bir şehir değildir; aynı zamanda
kimlik, direniş ve toplumsal dönüşümün iç içe geçtiği özgün bir sosyolojik
mekândır. Sur ’un taşlarında binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini taşıyan bu
şehir, bir yandan Mezopotamya’nın kültürel mirasını bugüne taşırken, öte yandan
modern Türkiye’nin çelişkileriyle yoğrulmuş dinamik bir toplumsal yapıya
sahiptir. Diyarbakır’ın dar sokaklarında yankılanan diller, inançlar ve
ezgiler, sadece bir coğrafyanın değil, aynı zamanda bir halkın belleğini ve
varoluş mücadelesini temsil eder. Bu şehirde toplumsal hafıza ile bireysel
kimlikler arasında kurulan ilişki, devlet politikalarının, göç olgularının,
direniş pratiklerinin ve kültürel üretimin merkezinde yer alır. Diyarbakır, bir
şehir olmanın ötesinde, tarih boyunca maruz kaldığı baskılara karşı kolektif
bir direnişin mekânsallaştığı; halkların, özellikle de Kürtlerin, kendi
kimliklerini koruma ve ifade etme çabasını ete kemiğe büründürdüğü bir
toplumsal laboratuvardır. Bu bağlamda, Diyarbakır’ın sosyolojisi, yalnızca
yerel dinamiklerle değil; aynı zamanda ulusal ve uluslararası güç
ilişkileriyle, modernleşme süreçleriyle ve kültürel kırılmalarla şekillenmektedir.
Diyarbakır
(antik adıyla Amid), Mezopotamya’nın kuzeyinde, binlerce yıl boyunca kesintisiz
bir şekilde yerleşimin sürdüğü, stratejik ve kültürel açıdan son derece önemli
bir merkez olmuştur. Tarih boyunca Asurlulardan Romalılara, Bizanslılardan
Abbasîlere, Artuklulardan Osmanlılara kadar pek çok medeniyet bu şehirde iz
bırakmıştır. Ancak Diyarbakır’ın asıl özgünlüğü, sadece imparatorluklara
başkentlik yapmasından değil; aynı zamanda etnik, dinsel ve kültürel çoğulluğu
bünyesinde barındırmasından kaynaklanır. Özellikle Kürtler, Ermeniler,
Süryaniler, Araplar ve Türkler uzun yüzyıllar boyunca bu coğrafyada bir arada
yaşamış; şehir, çok kültürlü bir yaşam dünyasının, ortak mekânsal paylaşımın ve
gündelik hayattaki kültürel etkileşimlerin merkezi olmuştur (Bruinessen, 1992).
Ancak bu
zengin çoğulluk, modern ulus-devletin kuruluş süreciyle birlikte ciddi bir
kırılmaya uğramıştır. 20. yüzyılın başlarında yaşanan 1915 Ermeni Soykırımı, bu
tarihsel çok kültürlülüğün en radikal biçimde parçalanmasına yol açmış;
Diyarbakır’daki Ermeni varlığı neredeyse bütünüyle ortadan kaldırılmıştır
(Üngör, 2011). Benzer şekilde, Süryani nüfus da gerek Osmanlı’nın son döneminde
gerekse Cumhuriyet’in erken yıllarında maruz kaldığı baskılar ve tehcir
politikaları nedeniyle ciddi biçimde azalmış, Arap ve Türk nüfusla birlikte
Kürtler şehirde ağırlıklı hale gelmiştir. Cumhuriyet döneminde ulus-devlet
inşasıyla birlikte uygulanan tek tipçi politikalar —özellikle Türkçeleştirme,
yer adlarının değiştirilmesi, Kürt kimliğinin inkârı ve asimilasyon
politikaları— Diyarbakır’ın tarihi dokusunu ve demografik yapısını derinden
etkilemiştir (Yıldız, 2001).
Bu süreçte
zorunlu göçler, iskân politikaları, köy boşaltmaları ve güvenlik gerekçesiyle
gerçekleştirilen nüfus mühendislikleri Diyarbakır’ın çok kültürlü yapısını
büyük ölçüde homojenleştirmiştir. Bugün, şehrin toplumsal hafızasında bu
kırılmaların izleri hâlâ canlı bir biçimde hissedilmekte; geçmişin birlikte
yaşam kültürü, hem nostaljik bir anlatı hem de demokratik bir gelecek tahayyülünün
temel referans noktası olarak varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla Diyarbakır,
hem geçmişin çoğulcu mirasını hem de bu mirasın nasıl bastırıldığını, yok
sayıldığını ve yeniden inşa edilmesi gerektiğini barındıran çok katmanlı bir
sosyolojik mekân olarak değerlendirilmelidir.
Bu tarihsel
dönüşüm, Diyarbakır’ın toplumsal belleğinde derin yaralar açmış, kent kimliğini
travmalarla örülü bir hafızaya dönüştürmüştür. Bu bağlamda Maurice Halbwachs’ın
“kolektif bellek” kavramı Diyarbakır için oldukça işlevseldir: Kent, geçmişte
yaşanan acıları kolektif bir anlatıya dönüştürmüş ve bu anlatı Kürt kimliğinin
şekillenmesinde belirleyici olmuştur (Halbwachs, 1992).
Diyarbakır’ın
nüfusunun büyük kısmı Kürtlerden oluşur. Kürt kimliği, özellikle 1980’lerden
itibaren siyasal anlamda görünürlük kazanmış, ancak bu görünürlük aynı zamanda
devletin baskı politikalarıyla karşılık bulmuştur. OHAL uygulamaları, faili
meçhul cinayetler, köy boşaltmaları ve kültürel yasaklar, kentin toplumsal
yapısını doğrudan etkilemiştir (Watts, 2010).
Michel
Foucault’nun “iktidarın mikrofiziği” yaklaşımıyla değerlendirildiğinde,
Diyarbakır’da devletin topluma yalnızca merkezi değil, gündelik yaşamın en
küçük alanlarına kadar sızan bir denetim ve kontrol mekanizması kurduğu
görülmektedir.
1990’lı
yıllar, Türkiye’nin yakın tarihindeki en ağır iç çatışma dönemlerinden birine
sahne olmuş; özellikle Kürt illerinde PKK ile devlet güçleri arasında
yoğunlaşan silahlı çatışmalar sonucunda on binlerce insan hayatını kaybetmiş,
binlerce köy zorla boşaltılmış ya da yakılmıştır. Bu zorunlu göç dalgasının en
büyük hedef şehirlerinden biri ise Diyarbakır olmuştur. Devletin güvenlik
politikaları çerçevesinde gerçekleştirilen bu tahliyeler, yalnızca demografik
bir hareketlilik değil; aynı zamanda sosyo-ekonomik, kültürel ve mekânsal bir
dönüşüm anlamına gelmiştir. Göç etmek zorunda kalan yüz binlerce insan, kente
geldiklerinde barınma, istihdam ve kamusal hizmetlere erişim gibi temel
ihtiyaçlarını karşılamakta büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Diyarbakır’ın
çeperlerinde hızla ve plansız biçimde oluşan gecekondu mahalleleri —Ben û Sen,
Bağlar, Şehitlik, Kayapınar ’ın bazı bölgeleri— bu dönemin izlerini bugün hâlâ
taşımaktadır (Çelik, 2005).
Bu yeni
yerleşim bölgeleri, kırsal geleneklerin ve kent yaşamının iç içe geçtiği melez
(hibrit) sosyolojik mekânlar olarak ortaya çıkmıştır. Burada ne tam anlamıyla
geleneksel köy kültürü ne de tam anlamıyla kentli bir yaşam tarzı baskın hâle
gelmiş; bunun yerine, her iki yapının gerilimli bir etkileşimi gözlemlenmiştir.
Bu durum, kent sosyolojisinde “çeperleşme” (peripheralization) ve “kent
yoksulluğu” kavramlarıyla açıklanabilir. Çeperleşme, yalnızca fiziksel anlamda
merkezin dışında kalmayı değil; aynı zamanda siyasal temsil, eğitim, sağlık ve
istihdam gibi haklara erişimde de marjinalleşmeyi ifade eder. Kentin çeperine
sıkışan bu yeni göçmen topluluklar, modern kentsel hayata entegre olmakta
zorlanmış; informal ekonomi, geçici işçilik, düşük ücretli sektörlerde çalışmak
gibi kırılgan yaşam stratejilerine mahkûm olmuştur.
Bu noktada
Pierre Bourdieu’nün "kültürel sermaye" kavramı açıklayıcı bir çerçeve
sunmaktadır (Bourdieu, 1986). Kırsal alandan gelen bireyler, şehirdeki
sembolik, dilsel ve davranışsal kodlara yabancı oldukları için yalnızca
ekonomik değil aynı zamanda kültürel olarak da dışlanmışlardır. Örneğin şehirde
egemen olan Türkçeyi standart aksanla konuşamamak, kurumsal işleyişe aşina
olmamak ya da bürokratik prosedürleri kavrayamamak; göçmen bireylerin okul,
hastane, belediye gibi kurumlara erişimini zorlaştırmış, gündelik hayatta
onları sürekli olarak “öteki” pozisyonuna itmiştir. Bu da hem öznel düzeyde bir
kimlik krizine hem de yapısal düzeyde kuşaklar arası yoksulluğun yeniden
üretimine neden olmuştur.
Ayrıca bu
çeperleşme süreci yalnızca bireyleri değil, toplulukları da etkilemiş;
geleneksel köy dayanışmasıyla kent yaşamındaki bireyciliğin arasında sıkışan
göçmen nüfus, yeni bir kolektif kimlik üretme sürecine girmiştir. Diyarbakır’ın
bu yeni mahallelerinde oluşan "mahalle aidiyetleri", kentsel mekânda
bir tür yeni cemaatçiliğin (neo-communalism) zemini hâline gelmiştir. Ancak bu
dayanışma ağları, çoğu zaman devletin güvenlik merkezli politikaları nedeniyle
kriminalize edilmiş; bu da göçmen mahallelerin sürekli gözetim altında tutulan
ve zaman zaman cezalandırılan alanlar olarak kodlanmasına yol açmıştır.
Dolayısıyla
1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göç süreci, Diyarbakır'ın demografik yapısını
dönüştürmenin ötesinde, şehrin toplumsal dokusunu, mekânsal düzenini ve
sınıfsal ayrışmasını da derinden etkilemiştir. Bu sürecin izleri yalnızca
gecekondu mahallelerinde değil; aynı zamanda eğitimde, sağlıkta, yerel yönetim
taleplerinde ve toplumsal hareketlerde de görünür hâle gelmiştir.
Diyarbakır’da
kadınlar geleneksel aile yapısının katı normlarına sıkı sıkıya bağlı olmakla
birlikte, son yıllarda artan kadın mücadelesi sayesinde kamusal alanda daha
fazla yer bulmuştur. Özellikle 2000’li yıllarda Kürt kadın hareketi, hem
patriyarkaya hem de devlete karşı özgün bir toplumsal direnç hattı
oluşturmuştur (Bozarslan, 2008).
Kadınların
eğitim, sağlık ve istihdam alanlarında karşılaştığı yapısal eşitsizliklerin
yanı sıra, “namus cinayetleri” gibi ataerkil şiddet biçimleri hala yaygındır.
Buna karşılık, Diyarbakır’daki kadın sivil toplum örgütleri, kadın merkezleri
(örneğin: DİKASUM) ve belediye destekli projeler önemli toplumsal dönüşümler
yaratmıştır.
Diyarbakır
gençliği, Türkiye ortalamasının üzerinde bir işsizlik oranıyla karşı
karşıyadır. Gençler arasında geleceğe dair umutsuzluk, göç etme isteği ve
“aidiyetsizlik” duygusu yaygındır. Ancak aynı zamanda yüksek bir siyasal
farkındalık da söz konusudur. Bu çelişki, Diyarbakır gençliğini hem potansiyel
bir direniş gücü hem de risk altındaki bir toplumsal grup haline getirmektedir
(Yükseker, 2006).
Gençlerin
kimlik inşasında anadil, aile belleği ve devletin uygulamaları büyük rol
oynamaktadır. Özellikle Kürtçe konuşmanın baskılanması, genç bireylerde kimlik
çatışmalarına neden olmakta, bu da bireysel ve toplumsal düzeyde psikolojik
sorunları tetiklemektedir.
Türkiye’de
eğitimin tek dilde (Türkçe) yapılması, Diyarbakır gibi Kürt nüfusunun yoğun
olduğu kentlerde pedagojik başarısızlık ve toplumsal yabancılaşma üretmektedir.
Eğitim bilimci Cummins’in “eş zamanlı iki dillilik” (additive bilingualism)
modeline göre, çocukların anadillerinde eğitim alabilmesi onların bilişsel ve
duygusal gelişimini desteklemektedir (Cummins, 2000). Ancak Türkiye’de bu hak
tanınmadığı için, Diyarbakır’da eğitim başarısızlığı yapısal bir sorun olarak
varlığını sürdürmektedir.
2015-2016
yıllarında Sur’da yaşanan çatışmalar sonrası uygulanan kentsel yıkım ve yeniden
yapılandırma projeleri, Diyarbakır’ın tarihsel ve toplumsal dokusunu derinden
sarsmıştır. Suriçi’nin boşaltılması, binlerce insanın yerinden edilmesi ve
belleği taşıyan mekânların yok edilmesi, “hafızasızlaştırma” olarak
tanımlanabilir (Jongerden, 2018).
Bu süreç,
Henri Lefebvre’nin “mekânın üretimi” teorisi çerçevesinde okunabilir. Devlet,
Sur’u yeniden inşa ederken yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ideolojik bir
mekân yaratmaktadır. Bu ise toplumsal hafızayı silmekte ve kimlik inşasını
yeniden şekillendirmektedir.
Diyarbakır’da
İslam dini baskın olmakla birlikte, dinsel yapılar mezhepsel olarak çeşitlidir.
Nakşibendi tarikatı, Menzil cemaati gibi dini yapılar kentte etkilidir. Ancak
buna karşılık Alevi inancı ve Ezidilik gibi geleneksel inançlar, tarihsel
olarak dışlanmış ve bastırılmıştır.
Son yıllarda
özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Diyarbakır’da artan etkisi, laik
kesimlerde rahatsızlık yaratmakta; kentte seküler ve dindar yaşam tarzları
arasında görünmeyen bir sınır oluşturmaktadır.
Diyarbakır’daki
sivil toplum, özellikle kültürel haklar, kadın hakları ve çevre mücadelesi
konusunda Türkiye ortalamasının üzerinde bir dinamizm göstermektedir. Kürt
kültür merkezleri, tiyatro toplulukları, belgeselciler, müzisyenler ve
yayıncılar bu anlamda önemli bir kültürel direniş üretmektedir.
Örneğin Aram
Tigran Konservatuvarı, Amed Şehir Tiyatrosu ve Kürtçe yayın yapan dergiler
(Wêje û Rexne, Rewşen gibi) bu kültürel dinamizmin taşıyıcılarıdır. Kültür,
devletle yaşanan çatışmada alternatif bir siyasal alan yaratmaktadır (Scott,
1990).
Diyarbakır,
Türkiye’nin yalnızca “bir şehri” değil; toplumsal hafızanın, kimlik
politikasının, eşitsizliklerin ve direnişin kesişim noktasıdır. Kentin
sosyolojik analizi, klasik kent kuramlarının ötesine geçerek; kimlik, hafıza,
dil, devlet, şiddet ve toplumsal hareketler üzerinden derinleştirilmeyi
gerektirir.
Toplumsal
barışın sağlanmadığı, kültürel çoğulculuğun tanınmadığı ve yerel demokrasinin
kurumsallaşmadığı bir ortamda Diyarbakır, yalnızca sosyo-politik çatışmaların
değil, aynı zamanda bastırılmış hafızaların ve ertelenmiş adaletin ağırlığını
da taşımaya devam edecektir. Bu şehir, yüzyıllardır farklı halkların,
inançların ve dillerin iç içe yaşadığı; ancak modern ulus-devletin tekçi
anlayışıyla kültürel dokusu zedelenmiş, toplumsal yaraları derinleşmiş bir
kenttir. Kürt kimliğinin bastırılması, ana dilde eğitimin reddi, zorunlu
göçler, kayyım uygulamaları, mekânsal dönüşüm projeleri ve güvenlik merkezli
yönetim pratikleri; Diyarbakır’ın hem fiziksel hem de simgesel anlamda
kuşatılmasına yol açmıştır. Oysa bu şehir, potansiyel olarak
demokratikleşmenin, çok kültürlülüğün ve barış içinde bir arada yaşamanın da
güçlü bir zeminini barındırmaktadır. Diyarbakır’ın sosyolojisi, yalnızca
acıların ve çatışmaların değil; aynı zamanda umudun, direncin ve yeni bir
toplumsal sözleşmenin taşıyıcısı olabilecek bir dinamiğe sahiptir. Ancak bu
potansiyelin açığa çıkabilmesi için, devletin baskıcı reflekslerinden
arındırılmış, yerelin özneleştiği, halkın kendi kaderi üzerinde söz sahibi
olduğu demokratik bir zeminin inşa edilmesi zorunludur. Aksi hâlde,
Diyarbakır’ın belleği, yalnızca geçmişin değil, sürdürülen inkârın ve
adaletsizliğin de yükünü geleceğe taşımaya mahkûm olacaktır.
Kaynakça:
1-Bourdieu, P.
(1986). Sermayenin Biçimleri.
2-Bozarslan,
H. (2008). Kürt Sorunu: Tarih, Kimlik, Siyaset. İletişim.
3-Bruinessen,
M. van (1992). Ağa, Şeyh ve Devlet: Kürdistan'ın Toplumsal ve Politik Yapıları.
4- Çelik, A.
B. (2005). “Etnik Sınırları Aşmak: Güneydoğu Türkiye'de Devlet ve Sivil
Toplum.” Orta Doğu Dergisi, 59(1), 92-110.
5- Cummins, J.
(2000). Dil, Güç ve Pedagoji: Çapraz Ateşte İki Dilli Çocuklar.
6-Halbwachs,
M. (1992). Kolektif Bellek Üzerine.
7-Jongerden,
J. (2018). “Kürdistan'da Mekanın Üretimi.” Politik Coğrafya, 65, 33–42.
8- Scott, J.
C. (1990). Egemenlik ve Direniş Sanatları: Gizli Transkriptler.
9- Üngör, U.
U. (2011). Modern Türkiye'nin Oluşumu: Doğu Anadolu'da Ulus ve Devlet,
1913–1950.
10-Watts, N.
F. (2010). Görevdeki Aktivistler: Türkiye'de Kürt Siyaseti ve Protesto.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder