Her yıl 12
Haziran'da dünya genelinde "Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü" olarak
anılan bu özel gün, görünmeyen milyonlarca çocuğun emeğini, hayallerini ve çocukluklarını
hatırlamak için bir vesile sunuyor. Türkiye'de resmi verilere göre yaklaşık 1.3
milyon çocuk çalışıyor. Ancak bu sayı yalnızca kayıt altına alınabilmişleri
kapsıyor. Kayıt dışı çalışan çocuklar, özellikle sokakta, tarımda, ev işlerinde
ya da küçük atölyelerde hiçbir denetime tabi olmadan emek sömürüsüne maruz
kalıyor. Gerçek sayının bunun en az iki katı olduğu tahmin ediliyor.
Çocuk
işçiliği, sadece ekonomik değil, aynı zamanda derin bir sosyolojik problemdir.
Bu çocuklar yalnızca yoksulluğun kurbanı değil; aynı zamanda eğitim sisteminin
yetersizliklerinin, sosyal adaletsizliğin, göçün, savaşın, aile içi
kırılmaların ve neoliberal politikaların sonuçlarıdır.
Pierre
Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı “habitus” çerçevesinden bakıldığında, çocuk işçiler
çoğu zaman doğdukları sosyal çevre ve sınıfsal konum nedeniyle çalışmaya
zorlanır. Ailede nesiller boyu süren yoksulluk, eğitimsizlik ve devlet
desteğinden yoksunluk, çocukları da erken yaşta emeğiyle var olmaya zorlar.
Çocukluk, bu sınıfsal döngüde bir ayrıcalık hâline gelir. Özellikle mevsimlik
tarım işçiliği, küçük sanayi atölyeleri ve sokak satıcılığı, çocuk işçiliğinin
en yaygın alanlarını oluşturur.
Bir başka
önemli nokta ise kırsaldan kente göç eden yoksul ailelerin çocuklarıdır. Kentin
çeperlerinde tutunamayan bu çocuklar, eğitim sisteminden dışlanarak “çalışan
çocuk” haline gelir. Eğitim hakkı, bu çocuklar için kâğıt üzerinde kalan bir
ayrıcalıktır. Çünkü onlar için okul bir lüks, çalışmak ise hayatta kalmanın tek
yoludur.
Çocuk
işçiliği, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin açık ihlalidir.
Sözleşmenin 32. maddesi, çocukların ekonomik sömürüye karşı korunma hakkını
tanımlar. Türkiye bu sözleşmeye taraf olmasına rağmen, uygulama konusunda ciddi
eksiklikler yaşamaktadır.
Ayrıca, ILO’nun
138 ve 182 Nolu Sözleşmeleri de çocuk işçiliğini yasaklamış ve özellikle
tehlikeli işlerde çalışan çocukların derhal bu işlerden çekilmesini
öngörmüştür. Ancak denetim yetersizliği, siyasi irade eksikliği ve toplumsal
duyarsızlık, çocuk işçiliğinin kronikleşmesine neden olmaktadır.
Türkiye’de
birçok aile, çocukların çalışmasını bir tür “yardım”, “sorumluluk” ya da
“hayata erken atılma” olarak normalleştirmektedir. Bu durum, aslında çocuğun
bir birey olarak hak sahibi olduğunu reddeden otoriter ve mülkiyetçi çocuk
anlayışının bir sonucudur. Medya ise çocuk işçiliğini çoğu zaman “duygu
sömürüsüne dayalı nostaljik hikâyelerle” sunarak sorunun yapısal nedenlerini
perdelemektedir.
Ne Yapmalı?
Eğitime
erişimin ücretsiz ve nitelikli hale getirilmesi,
Ailelere doğrudan
sosyal yardım ve istihdam desteği sağlanması,
Çocuk
işçiliğinin yoğun olduğu sektörlerde etkili denetimlerin artırılması,
Çocuk hakları
konusunda eğitimlerin yaygınlaştırılması,
Ve en önemlisi, çocukları “ucuz iş gücü” olarak gören sistemin dönüşmesi gerekir.
Çünkü bir
çocuğun çalışması değil, oynaması, öğrenmesi, hayal kurması gerekir. 12
Haziran, yalnızca bir farkındalık günü değil; aynı zamanda çocuk emeğinin
sömürüsüne karşı güçlü bir toplumsal vicdan çağrısı olmalıdır.
Zamanında
oynamamış, kitapla büyümemiş, eline kalem değil çekiç verilmiş bir çocuk,
büyüdüğünde topluma ne kazandırabilir? Çocuk işçiliği, sadece bugünün değil,
geleceğin de en büyük kaybıdır. Her çalışan çocuk, toplumun elinden kaçırdığı
bir potansiyel, bastırılmış bir düş ve eksik kalan bir hikâyedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder