“1921 Anayasası, Türkiye’nin unuttuğu
vicdanıdır; hatırladığında hem kendini hem halkını yeniden bulacaktır.”
1921
Anayasası, Kurtuluş Savaşı’nın zorlu koşullarında halk egemenliğini esas alan,
yerel yönetimleri önceleyen ve katılımcı bir yönetim anlayışını benimseyen
tarihi bir belge olarak kabul edilir. Savaş ortamına rağmen demokratik ve esnek
bir yönetim modeli sunan bu anayasa, halk iradesini merkeze alarak
Cumhuriyet’in temellerini toplumsal meşruiyet üzerine inşa etmeyi
hedeflemiştir. Ancak 1924 Anayasası ile birlikte bu halkçı ve adem-i
merkeziyetçi yaklaşım yerini, merkezi otoriteyi güçlendiren ve bürokratik
yapıyı ön plana çıkaran daha katı bir anlayışa bırakmıştır. 1924 Anayasası 1921’in
özgürlükçü ruhunu gölgede bırakıp, toplumsal katılımı sınırlayan bir yönetime
zemin hazırlamıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin anayasal tarihindeki en özgün ve çoğulcu metinlerden biri olan
1921 Anayasası, yalnızca bir hukuk belgesi değil, aynı zamanda çoğulcu bir
toplum tasavvurunun da ifadesidir. Bu anayasa, halkların yerinden yönetime
katılımını, farklı kimliklerin tanınmasını ve demokratik temsilin
yaygınlaştırılmasını hedeflemiştir. Ancak bu kısa ömürlü metin, 1924’te
yürürlükten kaldırılarak yerini merkeziyetçi bir yapıya bıraktı.
1921 Anayasası
(Teşkilât-ı Esasiye Kanunu), 23 maddelik kısa ama anlamca derin bir metindir.
Birçok anayasanın aksine vatandaş tanımını “Türk” üzerinden değil, “halk”
üzerinden kurmuştur[1]. Üstelik bu metin, halkın doğrudan yönetime katılımını
önceleyen, yerel meclislerin karar alma gücünü anayasal teminata bağlayan bir
yapı sunmuştur[2].
Anayasanın 11.
maddesi şunları içeriyordu:
“Vilayetler, iç
işlerinde muhtardır.”[3]
Bu maddeyle,
yerel yönetimlerin karar alma ve uygulama süreçlerine bağımsız katılımı mümkün
hâle getirilmişti. Aynı zamanda 1921 Anayasası, kuvvetler birliği sistemine
dayansa da Meclis üstünlüğünü esas alarak otoritenin halkın temsilcilerinde
olduğu bir model sunmuştur[4].
1921
Anayasası’nın vilayetlere tanıdığı iç işlerinde özerklik hakkı, zamanla yerel
demokrasilerin gelişmesine neden olabilirdi. Bu durum, sadece Kürt bölgelerinde
değil, Karadeniz, Ege ve Trakya gibi yerlerde de bölgesel kalkınmayı
hızlandırabilir; katılımcı bir yönetim biçiminin yerleşmesine zemin
hazırlayabilirdi[5].
1921
Anayasası’nın etnik kimlikleri dışlamaması ve çoğulcu yaklaşımı, Kürt sorunu
başta olmak üzere Türkiye’deki kimlik temelli sorunların ortaya çıkmasını
önleyebilir ya da daha demokratik zeminlerde çözüm bulmasına yol açabilirdi[6].
Bu sistemde Kürtçe, Arapça, Lazca, Ermenice gibi dillerin kamusal alanda
serbestçe kullanılması ve eğitim dili olması mümkün olabilirdi[7].
Eğitim
sistemi, yalnızca merkezî otoritenin ideolojik aracı olmaktan çıkıp, yerelin
ihtiyaçlarını gözeten bir modele dönüşebilirdi. Bu sayede pedagojik verimlilik
artar; öğrenciler kimlikleriyle barışık bir biçimde yetişirdi[8].
Devlet,
yukarıdan bakan bir güç değil; yerel toplumlarla müzakere eden ve onların
ihtiyaçlarına göre şekillenen bir yapı hâline gelebilirdi. Böylelikle
Türkiye’deki “devlet korkusu” yerine, “katılım kültürü” yerleşebilirdi[9].
1924 Anayasası
ile gelen “tek millet, tek dil” anlayışı; başta Kürtler olmak üzere birçok
etnik ve kültürel grubun dışlanmasına ve toplumsal gerilimlerin derinleşmesine
neden olmuştur[10].
Merkeziyetçi
yapı, halktan kopuk bir siyasal düzenin oluşmasına neden olmuş; yerel
iradelerin bastırılması, halkın siyasal temsil hakkını zayıflatmıştır. Bugün
yaşanan “kayyum atamaları” gibi uygulamalar, bu yapının doğal bir
uzantısıdır[11].
Devletin
hukukunu “devleti korumak” üzerine kurması, toplumsal adalet algısını
zedelemiş; hukuk, yurttaşların değil iktidarın aracı olarak algılanmaya
başlanmıştır[12].
1921
Anayasası, modern Türkiye tarihinde sadece hukuki değil, aynı zamanda toplumsal
ve siyasal düzeyde de kaçırılmış en büyük demokratik fırsatlardan biri olarak
değerlendirilebilir. Halk egemenliğini esas alması, yerel yönetimlere geniş
yetkiler tanıması, çokkültürlü bir toplumu göz ardı etmemesi ve katılımcı bir
siyasal düzeni öngörmesiyle, dönemin ötesine geçen bir vizyon sunmuştur. Bu
anayasa kalıcı bir temel olarak benimsenebilseydi, Türkiye bugün daha
eşitlikçi, çoğulcu, yerel yönetimlerin güçlendiği, farklı kimliklerin özgürce
ifade bulabildiği ve vatandaşların karar alma süreçlerine etkin biçimde
katılabildiği bir demokrasiye sahip olabilirdi. Ne yazık ki 1924 Anayasası ile
birlikte bu halkçı ve adem-i merkeziyetçi anlayış terk edilmiş; merkeziyetçilik,
bürokratik otorite ve tek tipçi ulus anlayışı anayasal düzenin temel ekseni
haline gelmiştir. Bu tarihsel kırılma, Türkiye’nin demokratikleşme sürecini
derinden etkilemiş ve toplumsal barışın inşasını zorlaştırmıştır. Bugün yeniden
bir anayasa yapım süreci tartışılıyorsa, 1921 Anayasası'nın taşıdığı özgürlükçü
ve çoğulcu ruh mutlaka referans alınmalıdır. Bu ruhun yeniden inşa edilmesi,
yalnızca hukuki bir reform değil, aynı zamanda farklılıklarla bir arada yaşama
iradesini güçlendiren barışçıl ve demokratik bir toplumun inşası için de hayati
önemdedir.
Kaynakça
[1]: Tunaya,
Tarık Zafer. Türkiye'de Siyasal Gelişmeler (1876–1938). İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Yayınları, 1962.
[2]: Tanör,
Bülent. Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980). İstanbul: Der Yayınları,
1992.
[3]: 1921
Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, md. 11.
[4]:
Gözübüyük, A. Şeref. Anayasa Hukuku. Ankara: Turhan Kitabevi, 2001.
[5]: Güneş,
Cengiz. “Kürt Siyasi Hareketi ve Türkiye'de Demokratikleşme.” *Orta Doğu
Politikalarında Routledge Çalışmaları, 2012.
[6]:
Bozarslan, Hamit. “Kürt Meselesi: Anayasal Vatandaşlıktan Etnik
Milliyetçiliğe.” Toplum ve Bilim, 2000/86.
[7]:
Skutnabb-Kangas, Tove. Eğitimde Dilsel Soykırım mı—yoksa Dünya Çapında
Çeşitlilik ve İnsan Hakları mı? Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum, 2000.
[8]:
Zeydanlıoğlu, Welat. “Türkiye’nin Kürt Dili Politikası.” Uluslararası Dil
Sosyolojisi Dergisi, 2012.
[9]: Keyman,
E. Fuat. Türkiye'de Devlet, Demokrasi ve Küreselleşme. İstanbul: Küre
Yayınları, 2004.
[10]: Ahmad,
Feroz. Modern Türkiye'nin Oluşumu. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1995.
[11]: Yeğen,
Mesut. “Devlet Söyleminde Kürt Sorunu.” Birikim Dergisi, 1999/117.
[12]: Bilgin,
Fevzi. “Türkiye'de Hukukun Üstünlüğü ve Yargısal İnceleme.” Orta Doğu
Eleştirisi, 2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder