"Kadınları
öldürerek değil, yaşatarak insan olunur."
Her gün
televizyon ekranlarında, haber sitelerinde ve sosyal medya akışlarında aynı
cümlelerle karşılaşıyoruz:
“Eski eşi
tarafından öldürüldü.”
“Boşanmak
istediği için öldürüldü.”
“Birlikte
yaşadığı erkek tarafından katledildi.”
“Ailesinin
namus gerekçesiyle öldürdüğü kadının cansız bedeni bulundu.”
Sanki birer
haber değil de gündelik hayatın sıradan bir parçası gibi geçip gidiyor bu cümleler.
Ama her biri bir can. Her biri bir yaşam hikâyesi, bir anne, bir kız çocuğu,
bir öğretmen, bir işçi, bir insan…
Bu toplumda
kadınlar neden bu kadar kolay öldürülüyor? Neden erkeklerin öfkesinin, namus
anlayışının, iktidar hırsının, kontrol deliliğinin hedefi kadınlar oluyor? Bu
sorular artık sadece kadın hakları savunucularının değil, hepimizin sorması
gereken sorular.
Çoğu kadın
cinayeti "kıskançlık", "aşk acısı", "aldatılma",
"erkeklik gururu" gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa
bu bir sevgi sorunu değil, bir tahakküm sorunudur. Erkek, kadını kendi malı
gibi gören, onun hayatı üzerinde sınırsız hak sahibi olduğunu düşünen ataerkil
anlayışla büyüyor. Boşanmak isteyen bir kadını öldürmek “terk edilmeye tahammül
edemeyen” bir duygusal ruh halinden değil, otoriteyi kaybetme korkusundan,
egemenliğe duyulan takıntılı bağlılıktan kaynaklanıyor.
Cinayetlerin
çoğunda kadın, defalarca şikayette bulunmuş, koruma talep etmiş, uzaklaştırma
kararı aldırmış oluyor. Fakat ya bu kararlar kağıt üstünde kalıyor ya da kadın
yalnız bırakılıyor. “Devlet seni korur” cümlesi birçok kadının mezar taşına
yazılacak kadar ironi dolu bir vaade dönüşüyor. Failler ise çoğu zaman "iyi
hal indirimi", "tahrik indirimi", "pişmanlık indirimi"
gibi gerekçelerle adeta ödüllendiriliyor. Böylece başka erkeklere de açık bir
mesaj veriliyor: “Öldür ama pişman ol, kurtulursun.”
Bir kadının
hayatı sona erdiğinde, arkasından susan komşular, “aile meselesidir” diyerek
karışmayanlar, “bir kereden bir şey olmaz” diyen kolluk kuvvetleri, “kız da az
tahrik etmemiştir” diyen insanlar da bu suçun birer parçasıdır. Çünkü kadın
cinayetleri sadece bıçakla, silahla değil; toplumun suskunluğu, kayıtsızlığı ve
ataerkil değerleriyle işleniyor.
Kadın
cinayetlerinin arkasındaki zihniyet; kadına “makbul eş, fedakâr anne, sessiz
hizmetçi” rollerini biçip, sınırların dışına çıktığında cezalandırılabileceğini
düşünen erkek egemen kültürdür.
Bu
döngü ancak birkaç temel adımla kırılabilir:
Erken yaşta
toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmelidir.
Kadına yönelik
şiddet ve tehdit içeren durumlarda yargı sıfır toleransla işlemelidir.
Koruma
kararları etkili takip edilmeli, devlet kadınları gerçek anlamda korumalıdır.
Medya, kadın
cinayetlerini romantize eden ya da tarafsız sunan dili terk etmelidir.
Toplumun her
bireyi kadına yönelik şiddete karşı ses çıkarmalıdır.
Her
gün bir kadın öldürülüyor ve biz her gün biraz daha insanlığımızı kaybediyoruz.
Bir kadın öldüğünde sadece o kadının değil, adaletin, vicdanın ve geleceğin de
canı gidiyor. Artık susan değil, hesap soran, değiştiren ve koruyan bir toplum
olmamız gerekiyor.
Kadınlar
ölmek değil, yaşamak istiyor.
Ve
her canlı gibi onların da en temel hakkı yaşamaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder