“Kaldırımı işgal edenler, yalnız yolu değil;
halkın yürüme hakkını çiğner.”
Dünyanın her
yerinde kaldırımlar, kentlerin yaya ulaşımı için ayrılmış, kamuya açık güvenli
alanlardır. Ancak Diyarbakır gibi birçok kentte bu alanlar, sistematik biçimde
özel çıkarlar tarafından işgal edilmekte ve yayaların yaşam alanları giderek
daralmaktadır. Ne var ki, bu durum çoğunlukla “Diyarbakırlılar neden yol
ortasında yürüyor?” gibi yüzeysel sorularla ele alınmakta, yapısal nedenler göz
ardı edilmektedir. Oysa kaldırım işgali, kent sosyolojisinin temel tartışma
alanlarından biri olan kamusal alanın gaspı meselesidir ve sadece bireylerin
davranışlarıyla değil, kent yönetimi, ekonomik yapı, kültürel normlar ve
devletin görünürlüğü ile doğrudan ilişkilidir.
Kaldırımların
işgali, yalnızca Diyarbakır’a özgü bir sorun gibi görünse de, neoliberal kent
politikalarının bir çıktısı olarak Türkiye’nin birçok kentinde benzer örnekleri
görülmektedir. Küresel ölçekte kentler, kamuya ait alanları giderek özel
girişimlere açmakta, bu da kamusal alanın yitirilmesine yol açmaktadır.
Diyarbakır’da kaldırımların büfe, manav, kafe sandalyeleri, oto lastikçiler,
seyyar satıcılar veya bazı esnafların ürün teşhirleriyle dolması, tam da bu
sürecin bir parçasıdır. Kaldırımlar, bir tür “ticari sergi alanı”na
dönüştürülmekte, yayanın değil müşterinin kenti inşa edilmektedir.
Kamusal alanın
korunması, yerel yönetimlerin en temel görevlerindendir. Ancak Diyarbakır’da bu
konuda ciddi bir denetimsizlik ve devletin kamusal alandaki görünmezliği söz
konusudur. Belediyelerin ya caydırıcı bir uygulama iradesi yoktur ya da siyasal
hesaplarla bazı işgaller görmezden gelinmektedir. Bu boşluk, “gücü yetenin
alanı kapması” ilkesini doğurur. Bu da güçsüz yurttaşların, özellikle yaşlıların,
kadınların, çocukların hareket alanının daraltılmasına neden olur. Kamusal
alanın güvenliğini sağlayamayan bir kentte, bireyin kamusal haklarından da söz
etmek zordur.
Diyarbakırlıların
yolun ortasında yürümesi çoğu zaman “kültürel bir alışkanlık” gibi sunulsa da,
bu davranışın temelinde mecburiyet vardır. Birçok ana cadde ve sokakta
kaldırıma çıkmak fiziksel olarak mümkün değildir. Bu nedenle yayalar, riskli
olsa da araç yolunu kullanmak zorunda kalmaktadır. Bu durum, bireyin
suçlanamayacağı bir kamusal yapı bozukluğudur. İnsanlar kaldırımı değil, hayatı
işgal edenlere karşı yaşam alanlarını koruma refleksi göstermektedir.
Kaldırımların
işgali, sadece fiziksel değil aynı zamanda simgesel bir işgaldir. Bu durum,
yurttaşların “kentin sahibi olma” duygusunu aşındırır. Diyarbakır’da halkın bir
kesimi bu işgali içselleştirip “normal” kabul ederken, diğer bir kesim ise
kamusal alandan dışlandığını hissetmektedir. Bu da toplumsal bir kentli kimliği
inşa etmenin önünde büyük bir engel teşkil eder. Kamusal alan ortak yaşamın,
karşılaşmanın, eşitliğin mekânıdır. Bu alanların işgali, farklı sınıf ve
kültürlerden insanların eşit yurttaşlar olarak bir araya gelmesini engeller.
Kaldırımların
yayalara ait olduğu fikri, sadece bir şehircilik ilkesi değil, aynı zamanda bir
toplumsal adalet meselesidir. Diyarbakır’da kaldırım işgaliyle mücadele, sadece
zabıta marifetiyle değil, aynı zamanda kentsel etik, toplumsal farkındalık ve
demokratik denetim yoluyla yürütülmelidir. Bu konuda yapılması gerekenler
şunlardır:
Yerel
yönetimlerin sistematik ve adil bir denetim mekanizması kurması,
Sivil
toplum kuruluşlarının kamusal alan hakkı konusunda farkındalık kampanyaları
yürütmesi,
Kentte
yaşayan bireylerin hak bilinciyle hareket ederek kaldırımı geri talep etmesi,
Özellikle
çocuklar ve kadınlar başta olmak üzere kırılgan grupların hareket özgürlüğünü
temel alan bir kent planlaması yapılması.
Diyarbakır’daki
kaldırımlar, sadece taş döşeli yaya yolları değil; aynı zamanda kentteki güç
ilişkilerinin, adalet anlayışının, yurttaşlık bilincinin ve yönetim
zaafiyetinin aynasıdır. Kaldırım işgaliyle mücadele, daha adil, daha
erişilebilir ve daha eşitlikçi bir kent tahayyülünün ilk adımıdır. Diyarbakır,
ancak kaldırımlarını yayalara geri verdiğinde kent olma kimliğini yeniden
kazanacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder