"Hayaller üniversitede başlıyor, market
reyonunda bitiyor."
Öğretmenlik
mezunu bir kasiyer...
Makine
mühendisliği diplomasıyla turnike başında bekleyen bir güvenlik görevlisi...
İletişim fakültesinden
mezun, motosikletiyle paket taşıyan bir kurye...
Türkiye’nin
dört bir yanında, milyonlarca genç diplomalı insan, okuduğu bölümle hiçbir
ilgisi olmayan işlerde çalışıyor. TÜİK verilerine göre Türkiye’de her 2 kişiden
1’i mezun olduğu alanda istihdam edilemiyor. Bu sadece bireysel bir kader ya da
“kısmet” meselesi değil; yapısal bir çöküşün göstergesidir.
Gençler
yıllarca üniversiteye hazırlanıyor, yüksek puanlar alıyor, kimi zaman ailesinin
tüm birikimiyle büyük şehirlerde eğitim görüyor. Ancak mezuniyet sonrası
karşılaştıkları işsizlik duvarı, onları kendi mesleklerinden uzak, çoğu zaman
asgari ücretli işlere yöneltiyor. Bu durum, yalnızca ekonomik değil, aynı
zamanda psikolojik bir yıkım da yaratıyor. “Ben bu kadar okumak için mi bu işe
girdim?” sorusu, giderek kolektif bir sessiz çığlığa dönüşüyor.
Türkiye’de
yükseköğretim kontenjanları arz-talep dengesine göre değil, politik ve popülist
saiklerle belirleniyor. Her yıl binlerce öğretmen, mühendis, iletişimci,
sosyolog mezun oluyor; ancak istihdam alanları genişletilmediği için bu
gençler, sistemin dışına itiliyor. Ne yazık ki, devletin istihdam politikaları,
bu gençleri üretime değil geçim derdine yönlendiriyor.
Bir zamanlar
toplumda itibar kaynağı olan “üniversite diploması” artık sadece bir kâğıt
parçasına indirgenmiş durumda. Milyonlarca üniversite mezunu, özel sektörde
tecrübesizlik bahanesiyle eleniyor; kamu sektöründe ise sınavlarla yarışırken
kontenjanlar bir avuç insanla sınırlı kalıyor. Bu durum, yüksek öğrenimin
niteliğini sorgulatır hale getiriyor.
Mezun olduğu
alanda çalışamayan birey, yalnızca kişisel hayal kırıklığı yaşamaz; aynı
zamanda toplumun kalkınma dinamiklerine de zarar verir. Bir öğretmen kasiyer
olduğunda, eğitim sistemi eksik kalır. Bir mühendis güvenlik görevlisi olduğunda,
üretim ve teknoloji atıl kalır. Bir gazeteci kurye olduğunda, medya çoraklaşır.
Toplumun nitelikli insan kaynağı, alan dışı işlerde heba olur.
Bu tabloyu
değiştirmek için ilk adım, eğitim ve istihdam arasında rasyonel bir köprü
kurmaktır. Üniversite kontenjanları, ülkenin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarına
göre belirlenmeli; istihdam olanakları genişletilmelidir. Aynı zamanda kamuda
liyakat esaslı, adil ve şeffaf bir atama sistemi sağlanmalı; özel sektör
teşviklerle genç mezunları istihdam etmeye yönlendirilmelidir.
Her gün
sabahın erken saatlerinde, ellerinde kahveleriyle ya da uykulu gözlerle otobüs
duraklarına yürüyen binlerce genç, aslında kendi mesleğine değil, sistemin
dayattığı kaderine doğru ilerliyor. Kimi güvenlik kıyafeti giyiyor, kimi
kasiyer yeleği, kimi ise motosiklet kaskı takıyor. Oysa hepsinin cebinde
yıllarını vererek alınmış bir diploma, zihinlerinde büyük hayaller,
yüreklerinde ise hâlâ sönmemiş bir umut var. Ne var ki, bu umut her gün biraz
daha törpüleniyor; çünkü gençler eğitimle inşa ettikleri kimliklerini hayata
geçirebilecekleri bir zemin bulamıyorlar. Yetenekleriyle, yaratıcılıklarıyla,
üretme arzularıyla var olmak isteyen gençler; geçici, güvencesiz ve çoğu zaman
meslekleriyle ilgisiz işlere sıkışmış durumda.
Bu tablo,
sadece bireysel yıkımlara değil, toplumsal çoraklaşmaya da yol açıyor. Alanında
uzmanlaşmış insan kaynağının başka işlerde çalışması, kalkınma hedeflerini de
yaralıyor. Her alanda yetişmiş insan gücünü heba eden bir sistem, geleceğini de
ipotek altına almış demektir. Gençler artık sadece iş değil, bir gelecek, bir
yaşam hakkı istiyor. Güvenceli, adil, liyakate dayalı bir düzen talep ediyor.
Çünkü onlar biliyor ki, alın teriyle yoğrulmayan bir gelecek, başkalarının
dayatmalarıyla şekillenir.
Türkiye
bu sessiz çığlığı artık duymalı. Gençlerini görmezden gelen bir ülkenin
yarınları karanlıktır. Diplomasını gururla taşıyan her genç, mesleğini de
onurla yapabilmelidir. Yoksa bu çark dönmeye devam ettikçe, sadece bireyler
değil, toplumun vicdanı da öğütülmeye devam edecektir.
Yorumlar
Yorum Gönder