“Onur, öldürmekle değil;
affetmekle yücelir.”
Kürtlerin
yoğun olarak yaşadığı bölgelerde son günlerde kan davalarının ve öldürmelerin
artışı dikkat çekici bir toplumsal olgu olarak öne çıkmaktadır. Bu durum,
yalnızca bireyler arası öfke ya da tesadüfi şiddet olaylarıyla açıklanamayacak
kadar derin toplumsal, kültürel ve siyasal dinamikler barındırmaktadır.
Sosyolojik açıdan bakıldığında bu olgu, geleneksel toplumsal yapının
etkilerinden modern devletin adalet mekanizmalarının işleyişine, ekonomik
koşullardan kimlik ve erkeklik algısına kadar çok boyutlu nedenlerle
ilişkilidir.
Kürt
toplumunda geniş aile, aşiret ve topluluk bağları tarihsel olarak güçlüdür. Bu
yapı içinde birey yalnızca kendisini değil, bağlı bulunduğu aile ve aşireti
temsil eder. Dolayısıyla bir hakaret, saldırı ya da öldürme yalnızca kişisel
bir mesele olarak değil, bütün bir topluluğun “onuruna yönelmiş” bir tehdit
olarak algılanır. Bu noktada kan davası, modern hukuk sistemine alternatif bir
“adalet mekanizması” olarak işlev görür. İntikam kültürü, toplumsal onuru
koruma stratejisi şeklinde meşrulaştırılır.
Kan
davalarının sürmesinde en önemli etkenlerden biri de devletin adalet
mekanizmalarına duyulan güvensizliktir. Mahkemelerin yavaş işlemesi,
tarafsızlık konusunda yaşanan şüpheler, bireyleri kendi adaletini sağlama
yoluna iter. Hukuk düzeninin toplumsal beklentileri karşılayamadığı yerde
bireyler alternatif normlara yönelir. Bu bağlamda kan davaları, hukuki boşlukta
gelişen bir “gayri resmî norm düzeni ”nin yansımasıdır.
Bölgedeki
yaygın işsizlik, yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik, gerilimlerin artmasına
zemin hazırlar. Maddi sıkıntılar nedeniyle toplumsal dayanışmanın zayıflaması,
küçük anlaşmazlıkların dahi aileler arası büyük çatışmalara dönüşmesini
kolaylaştırır. Özellikle göç, kentleşme ve toplumsal çözülme süreçleri,
bireyleri daha kırılgan hale getirerek şiddetin yeniden üretimini hızlandırır.
Kürt
toplumunda erkeklik ve onur kavramları güçlü bir şekilde içselleştirilmiştir.
Bir hakarete sessiz kalmak veya affetmek çoğu zaman “zayıflık” olarak görülür.
Toplumsal baskı, bireyi ya da aileyi intikama zorlar. Bu durum, Bourdieu’nun
“erkeklik habitusu” kavramıyla açıklanabilir: Erkeklik, toplumsal ilişkiler
içinde sürekli yeniden üretilen bir pratik olup şiddeti bir meşrulaştırma
aracına dönüştürür.
Kürt
bölgelerinde uzun süredir devam eden çatışmalı süreç, şiddeti bir çözüm biçimi
olarak normalleştirmiştir. Militarizasyon ve güvenlikçi politikalar, toplumsal
barış mekanizmalarının zayıflamasına yol açmıştır. Böylesi bir ortamda
sorunların diyalog ve hukuk yerine şiddetle çözülmesi, toplumsal bir alışkanlık
haline gelmiştir.
Kentleşme ve modernleşme
süreci, geleneksel normların çözülmesine yol açarken, modern hukuk ve kent
kültürü tam anlamıyla yerleşememiştir. Bu “geçiş dönemi” çatışmaları,
Giddens’ın ifadesiyle “geç modern toplumlarda risklerin artışı”nı
hatırlatmaktadır. Geleneksel mekanizmaların çözülmesiyle boşlukta kalan birey,
çoğu zaman şiddete daha kolay yönelmektedir.
Kürtlerin
yaşadığı bölgelerde kan davalarının ve öldürmelerin artışı, yalnızca bireysel
düşmanlıklarla açıklanamayacak kadar derin ve yapısal sebeplere dayanmaktadır. Onur
kültürü, devlet kurumlarına güvensizlik, ekonomik sorunlar, erkeklik normları
ve siyasal koşullar bu sürecin temel belirleyenleridir. Sosyolojik olarak
bakıldığında, bu tür olayların azaltılması için yalnızca güvenlik önlemlerinin
artırılması yeterli değildir. Adalet mekanizmasının şeffaf ve hızlı işlemesi,
ekonomik eşitsizliklerin azaltılması, toplumsal barış girişimlerinin
güçlendirilmesi ve erkeklik/onur algısının dönüştürülmesi uzun vadeli çözümler
olarak öne çıkmaktadır.
Yorumlar
Yorum Gönder