“Eğitim, başarısız olanı elemek değil; onu da
kazanabilme sanatıdır.”
Yükseköğretim
Kurulu (YÖK) tarafından açıklanan verilere göre, son yıllarda 1 milyon 400 bin
öğrencinin kaydı silinmiş, başarısızlık ya da ders kaydını yenilememe
gerekçesiyle okulla bağını koparanların toplamı ise 4 milyon 398 bin 166’ya
ulaşmıştır. Bu veriler yalnızca teknik bir kayıt işlemini değil, Türkiye’de
yükseköğretim sisteminin yapısal sorunlarını ve gençliğin geleceğe dair
umutsuzluğunu ortaya koymaktadır.
Türkiye’de
üniversiteye kaydolmak, özellikle dar gelirli aileler için ciddi bir ekonomik
yük oluşturmaktadır. Öğrencilerin barınma, ulaşım, yemek ve kitap giderleri
asgari ücretin büyük bir kısmını tüketmektedir. TÜİK ve OECD raporlarına göre,
Türkiye’de öğrencilerin önemli bir bölümü geçimini sağlamak için yarı zamanlı
işlerde çalışmaktadır. Bu durum, öğrencilerin derse devamını zorlaştırmakta ve
başarı oranlarını düşürmektedir.
Kaydı silinen
milyonların büyük bir kısmının aslında ekonomik nedenlerle okulu terk ettiği
söylenebilir. Çünkü ekonomik kaygılar, eğitim motivasyonunu aşındırmakta ve
öğrencileri ders kaydını yenileyemez hale getirmektedir.
Üniversite,
gençler için yalnızca bir eğitim kurumu değil aynı zamanda geleceğe açılan
kapıdır. Ancak Türkiye’de üniversite mezunlarının işsizlik oranı yüksek
seyretmektedir. TÜİK’in 2024 verilerine göre, üniversite mezunu işsizlik oranı
%13 civarındadır; bazı alanlarda bu oran %20’yi aşmaktadır.
Bu tablo,
öğrencilerde “Mezun olsam da iş bulamayacağım” düşüncesini pekiştirmektedir.
Sonuç olarak öğrenciler, derslere ve üniversite yaşamına bağlarını kaybetmekte,
eğitim sürecini yarıda bırakmaktadır. Psikolojik açıdan bu durum, gelecek
kaygısı ve umutsuzluk kavramlarıyla açıklanabilir.
Üniversiteden
kaydı silinen milyonlar, aslında toplumsal dışlanmanın görünmez bir yüzünü
oluşturuyor. Ailesinde yükseköğretim görmüş bireyler olan öğrenciler,
üniversite yaşamına daha kolay uyum sağlarken; kırsal bölgelerden ya da yoksul
mahallelerden gelen öğrenciler daha fazla zorluk yaşamaktadır.
Kaydı silinen
öğrencilerin büyük çoğunluğu, sınıfsal eşitsizlikler nedeniyle üniversiteye
tutunamayan gençlerden oluşmaktadır. Bu durum, Türkiye’de yükseköğretimin toplumsal
adalet yaratma işlevini yerine getiremediğini göstermektedir.
Türkiye’de
üniversite sayısı son 20 yılda hızla artmıştır. Ancak bu niceliksel artış,
niteliksel bir iyileşmeyi beraberinde getirmemiştir. Kontenjanların
artırılması, altyapı ve öğretim kadrosu yetersizliğiyle birleşince, öğrenciler
verimli bir eğitim süreci yaşayamaz hale gelmiştir.
Ayrıca, ders
tekrarları ve kayıt yenileme konusunda katı bürokratik kurallar, öğrencilerin
üniversiteyle bağını kolayca koparabilmektedir. Bu durum, eğitim sisteminin
“öğrenciyi kazanma” değil “öğrenciyi eleme” mantığıyla işlediğini
göstermektedir.
YÖK’ün
açıkladığı milyonlarca silinen öğrenci kaydı, yalnızca bir idari istatistik
değil, Türkiye’nin yükseköğretim krizinin somut göstergesidir. Bu tablo:
İşsizlik
kaygısının gençlerde motivasyon kaybına yol açtığını,
Sosyolojik
eşitsizliklerin üniversitede başarısızlığa dönüştüğünü,
Yükseköğretim
politikalarının öğrenciyi desteklemek yerine dışlayıcı olduğunu ortaya
koymaktadır.
Eğer
bu eğilim devam ederse, Türkiye milyonlarca gencini kaybetmekle kalmayacak,
aynı zamanda üretim gücünü, toplumsal dinamizmini ve geleceğini de tehlikeye
atacaktır. Çünkü üniversite yalnızca diploma veren bir kurum değil, aynı
zamanda gençlerin yeteneklerini geliştirdiği, özgüven kazandığı ve topluma
katıldığı bir yaşam alanıdır. Eğitimden koparılan her öğrenci, aslında
toplumsal sermayenin bir parçasının yitirilmesi anlamına gelir. Bu kayıp, uzun
vadede işsizlik oranlarının yükselmesine, nitelikli iş gücünün azalmasına ve
gençler arasında yabancılaşma ile umutsuzluğun yayılmasına yol açacaktır.
Dolayısıyla
eğitim politikalarının amacı yalnızca öğrenci kaydı almak ya da kontenjanları
doldurmak olmamalıdır. Asıl amaç, öğrenciyi hayata ve topluma kazandırmak,
potansiyelini açığa çıkarmak ve geleceğe dair umutlarını canlı tutmak
olmalıdır. Bunun için de sosyal destek mekanizmalarının güçlendirilmesi,
ekonomik engellerin azaltılması, rehberlik ve psikolojik danışmanlık
hizmetlerinin yaygınlaştırılması şarttır. Aksi takdirde bugün rakamlar üzerinden
konuştuğumuz bu sorun, yarın tüm toplumsal yapıyı sarsacak derin bir kriz
haline gelebilir.

Yorumlar
Yorum Gönder