“Bağımlılık sadece bireyi değil,
toplumu da hapseder.”
Son günlerde
Diyarbakır kamuoyunun en çok konuştuğu meselelerden biri çeteleşme olgusudur.
Sokak aralarına, okulların çevresine ve gençlik mekânlarına kadar sızan bu
olgu, yalnızca bir güvenlik sorunu değil; derin bir toplumsal, ekonomik ve
kültürel krizin yansımasıdır. Çeteleşmenin temelinde iki unsur öne çıkıyor:
uyuşturucu bağımlılığı ve uyuşturucu ticareti. Bu iki dinamik, birbirini
besleyerek hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir çözülmeye yol açıyor.
Uyuşturucu
bağımlılığı, bireyin yalnızca fiziksel değil, ruhsal ve toplumsal bağlarını da
koparır. İşsizlik, eğitimsizlik, yoksulluk ve umutsuzlukla birleştiğinde bağımlılık,
gençler için bir “kaçış kapısı” haline gelir. Ancak bu kapıdan girildiğinde,
çıkış çoğu zaman çeteleşme, hırsızlık, şiddet ve ölümle sonuçlanır.
Diyarbakır’daki
gençler arasında giderek yayılan madde bağımlılığı, çeteleşmeyi besleyen en
güçlü sosyo-psikolojik zemin olmuştur. Çünkü bağımlı birey, maddeye erişmek
için para bulmak zorundadır; para bulmak içinse çoğu zaman yasa dışı yollara
başvurur. Böylece çeteler, bağımlıları hem pazarın bir parçası hem de “taşeron
suç unsuru” olarak kullanır.
Diyarbakır
gibi genç nüfusu yüksek şehirlerde, işsizlik oranlarının artması ve kırsal
çözülmenin hızlanması, gençleri kentin kıyı mahallelerinde kimlik ve aidiyet
arayışına itmiştir. Bu mahallelerde devletin sosyal politikalarının zayıf
olması, ailelerin ekonomik yetersizliği ve kültürel kopukluk, çeteler için
uygun bir sosyolojik ortam yaratmaktadır.
Ne yazık ki
Diyarbakır’da uyuşturucu ile mücadele yalnızca sınırlı polisiye tedbirlerle
sınırlı kalmıştır. Oysa mesele, yalnızca satıcıların yakalanmasıyla çözülecek
kadar dar bir güvenlik sorunu değildir.
Kentte bağımlılıkla
mücadele eden rehabilitasyon merkezlerinin yetersizliği, psikososyal destek
hizmetlerinin eksikliği ve ailelerin bilinçlendirilmemesi, sorunun giderek
kronikleşmesine neden olmaktadır.
Bağımlı birey,
yalnızca maddeye değil, aynı zamanda toplumsal dışlanmaya da maruz kalır. Bu
dışlanma, onu yeniden suç çevrelerine iter. Böylece devletin “güvenlikçi”
yaklaşımı, farkında olmadan çeteleşmeyi yeniden üretmektedir.
Belki de en
büyük tehlike, toplumun bu duruma alışmasıdır. Uyuşturucu kullanan, satan veya
çetelerle ilişkilendirilen gençlere karşı artan öfke ve dışlama, meseleyi
görünmez kılmaktadır.
Oysa her
bağımlı genç, aslında yardım çağrısı yapan bir insandır. Onları “suçlu” ya da
“tehlikeli” olarak etiketlemek, çözüm değil, yalnızca daha derin bir çöküşün
habercisidir.
Diyarbakır’da
çeteleşmeyi ve uyuşturucu batağını durdurmak için bütüncül bir toplumsal
yaklaşım gerekmektedir:
Eğitim ve
istihdam politikaları, özellikle genç nüfusa yönelik olarak yeniden
düzenlenmelidir.
Her mahallede
gençlik merkezleri, spor alanları ve rehabilitasyon destek birimleri
kurulmalıdır.
Aileler,
bağımlılıkla mücadelede yalnız bırakılmamalı; psikolojik ve sosyolojik destek
almalıdır.
Yerel
yönetimler, sivil toplum örgütleri ve eğitim kurumları ortak bir “Toplumsal
Dayanışma Ağı” kurarak mahallelerde etkin gözlem ve önleme çalışmaları
yürütmelidir.
En önemlisi, bağımlılığı
suç değil, bir sağlık sorunu olarak ele alan insancıl bir yaklaşım
benimsenmelidir.
Diyarbakır’ın
bugün karşı karşıya olduğu çeteleşme, yalnızca birkaç gencin suça sürüklenmesi
değildir; bu, toplumun geleceğini yavaş yavaş kemiren bir çürümedir.
Her
kaybolan genç, aslında toplumsal bir ilgisizliğin sonucudur.
Eğer
bu sessizlik bozulmaz, bu yara ciddiyetle ele alınmazsa, Diyarbakır yalnızca
çetelerin değil, umutlarını kaybeden bir gençliğin şehri haline gelecektir.

Yorumlar
Yorum Gönder