“Eğitimde reform değil, istikrar arayışı
olmalıdır”
Türkiye’de
eğitim sistemi bir kez daha köklü bir değişikliğin eşiğinde. Yıllardır
yürürlükte olan “12 yıl zorunlu eğitim” uygulamasının kaldırılacağına dair
söylentiler, toplumun hemen her kesiminde yankı buldu. Eğitimciler endişeli,
veliler kararsız, öğrenciler ise belirsizlik içinde. Herkesin aklında aynı soru
var: Eğer bu sistem kalkacaksa, yerine ne gelecek? Daha da önemlisi, Türkiye
neden her birkaç yılda bir eğitim sistemini baştan aşağıya değiştirme ihtiyacı
duyuyor?
Bu ülkede
eğitim, uzun süredir istikrarlı bir devlet politikası olmaktan çıkmış, adeta
her dönemin siyasal yönelimlerine göre şekillenen bir araç haline gelmiştir.
Bir bakan gider, diğeri gelir; her biri kendi izini bırakmak için yeni bir
sistem dener. Kimisi müfredatı değiştirir, kimisi sınavları; kimisi de “çağın
gerekleri” diyerek yeni isimler ve kavramlar üretir. Ancak bütün bu değişimlerin
merkezinde olması gereken unsur –öğrenci, öğretmen ve toplumun gerçek
ihtiyaçları– çoğu zaman unutulur.
Oysa eğitim,
sadece okul duvarlarının içinde şekillenen bir süreç değildir; bir ülkenin
kültürel yönünü, ekonomik gücünü ve toplumsal barışını doğrudan etkileyen en
temel yapıtaşlarından biridir. Eğitimde atılan her adım, aslında toplumun
geleceğine yazılmış bir nottur. Fakat Türkiye’de bu notlar sık sık karalanıyor,
yeniden yazılıyor ve hiçbir zaman kalıcı bir cümleye dönüşemiyor.
Bugün
tartışılan mesele yalnızca “12 yıl zorunlu eğitim kalkacak mı?” sorusu
değildir. Asıl mesele, Türkiye’nin hâlâ nasıl bir eğitim anlayışına sahip
olacağına karar verememiş olmasıdır. Çünkü bir ülke, eğitimde istikrarı
sağlayamadığı sürece, çocuklarının geleceğini de istikrarsızlık içinde bırakır.
Bugün
geldiğimiz noktada, eğitim artık bir “yazboz tahtası” halini almış durumda. Her
hükümet, her bakan, hatta her dönem kendi “marka projesini” yaratma telaşına
giriyor. 4+4+4 sistemi bile tam oturmadan, şimdi “esnek, modüler, bireysel
tercihlere dayalı” bir modelden bahsediliyor. Ama eğitim sadece teknik bir
düzenleme değildir; eğitim, toplumun geleceğini şekillendiren bir kültürel ve
siyasal kurumdur. Dolayısıyla, böylesine köklü değişikliklerin ideolojik yönü
her zaman sorgulanmalıdır.
Eğer
12 yıl zorunlu eğitim kaldırılırsa, bu durumun iki büyük sonucu olur:
Birincisi,
çocuk işçiliği ve erken evlilik oranları yeniden artabilir. Çünkü zorunluluk
kalktığında, sosyoekonomik olarak dezavantajlı aileler çocuklarını okuldan
çekmekte daha istekli hale gelir.
İkincisi,
eğitimde fırsat eşitsizliği derinleşir. Zengin ailelerin çocukları özel
okullarda eğitim almaya devam ederken, yoksul çocuklar erken yaşta hayatın
yüküyle karşılaşır. Bu, toplumun sınıfsal yapısını daha da katılaştırır.
Bir eğitim
sistemi, sadece “kaç yıl süreceğiyle” değil, nasıl bir insan yetiştirmeyi
hedeflediğiyle anlam kazanır. Türkiye’nin eğitim reformları, bu temel soruya
hiçbir zaman net bir yanıt verememiştir. Her dönem yeni bir model, yeni bir
isim, yeni bir müfredat… Fakat değişmeyen bir şey var: Sistemin öznesi olan
öğrencinin sesi hâlâ duyulmuyor.
Eğitimde
reformdan çok, istikrar ve bilimsel temelli bir vizyona ihtiyaç var. Her bakan
değiştiğinde müfredatın, sınav sisteminin, hatta okul yapısının değiştiği bir
ülkede, eğitimde kalite değil, kaos üretilir.
Unutmayalım:
Eğitimde sürekli değişim, her zaman gelişme anlamına gelmez; bazen sadece
yönsüzlüğün, tutarsızlığın ve toplumsal hafızasızlığın göstergesi olur. Bir
ülkenin eğitim politikası, günübirlik kararlarla, geçici sloganlarla değil;
uzun vadeli bir toplumsal vizyonla şekillenmelidir. Çünkü eğitim, sadece bilgi
aktarımı değil, aynı zamanda insanı, toplumu ve geleceği inşa etme sürecidir.
Bugün “12 yıl zorunlu eğitim kalkacak mı?” sorusuna takılıp kalmak yerine, “Biz
nasıl bir insan tipi yetiştirmek istiyoruz? Hangi değerleri merkeze alıyoruz?
Eğitim, bireyi özgürleştiriyor mu, yoksa şekillendirip susturuyor mu?” gibi
daha derin sorular sormalıyız.
Türkiye’nin
eğitimde yaşadığı en büyük sorun, bir vizyon boşluğudur. Her değişiklik, bir
öncekinin eksikliğini telafi etmeye çalışırken, yeni bir eksiklik yaratıyor.
Böylece sistem sürekli bir “reform yorgunluğu” içinde kalıyor. Öğretmenler,
öğrenciler ve veliler her yeni düzenlemeyle yeniden yönünü bulmaya çalışıyor;
ama ne yazık ki bu yön çoğu zaman politik rüzgârların estiği yöne göre
değişiyor.
Oysa
eğitim, siyasi dönemlerin değil, toplumun ortak aklının ürünü olmalıdır. Kalıcı
bir eğitim politikası, ancak katılımcı, bilimsel ve kültürel temeller üzerine
inşa edilirse anlam kazanır. Bu yüzden asıl ihtiyacımız olan şey, yeni bir
sistem değil; uzun soluklu, toplumun tüm kesimlerinin güven duyduğu bir eğitim
felsefesidir. Çünkü çocuklarımızın geleceği, karar değişiklikleriyle değil;
kararlılıkla korunur. Ve ancak o zaman, eğitim bir yaz-boz tahtası olmaktan
çıkar, bir ülkenin en büyük umuduna dönüşür.

Yorumlar
Yorum Gönder