Sistemsizliğin Sistemi: Türkiye’de Eğitim

“Gerçek sistem, yönetmeliklerde değil; bir öğretmenin sabrında, bir çocuğun gözündeki ışıktadır.”

Otuz altı yıl… Yaklaşık bir ömrün yarısına denk düşen bu zaman dilimi, yalnızca bir eğitimcinin mesleki serüveninin değil, aynı zamanda Türkiye’de eğitim politikalarının dönüşüm hikâyesinin de sessiz bir tanıklığıdır. Bu yıllar boyunca çok sayıda “reform”, “yeni dönem” ve “vizyon belgesi ”ne şahit oldum. Her defasında “bu kez gerçekten bir değişim olacak” inancı dile getirildi. Ancak geriye dönüp bakıldığında, bu girişimlerin büyük bölümünün kalıcı ve yapısal bir dönüşüm yaratamadığı görülmektedir. Türkiye’de eğitim, hiçbir dönemde bütüncül ve sürdürülebilir bir sistem niteliği kazanamamış; çoğu zaman sistem görünümünde, fakat uygulamada geçici, parçalı ve dağınık düzenlemeler bütünü olarak varlık göstermiştir.

Bu ülkede eğitim hep üç sütun üzerine kuruldu: merkeziyetçilik, sınav odaklılık ve günü kurtarma telaşı.

Her gelen iktidar, eğitimi ideolojik bir mühendislik alanı olarak gördü. Müfredatlar değişti, sınav sistemleri yeniden kurgulandı, ders kitapları yeniden yazıldı. 2024’te açıklanan “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” de bu zincirin son halkasıydı. “Çağın ruhuna uygun, değer temelli bir eğitim” denildi ama yine aynı ses yankılandı sınıflarda: “Öğrenciye sorulmadı, öğretmen dinlenmedi.”

Hazırlık sürecinde öğretmenlerin, sendikaların, eğitim fakültelerinin görüşü alınmadı. Katılımcı olmayan bir modelin demokratik bir eğitim doğuramayacağını oysa hepimiz biliyorduk.

Bir eğitim sistemi düşünün ki, kendi kimliğini bile tanımlayamamış olsun. Ne öğrencisini tanır, ne öğretmenini; ne toplumla bağ kurar, ne kültürle temas eder. Sadece biçim değiştirir. 5+3+3 olur, sonra 4+4+4’e dönüşür, ardından “kademeli özgünlük” denilerek başka bir formüle bürünür. İçerik aynı kalır, yalnızca tabelalar değişir. 2020’lerde dijitalleşme konuşulurken okullar hâlâ sobayla ısınır; yapay zekâ ile eğitimden söz edilirken öğretmenler hâlâ geçinebilmek için ikinci bir işte çalışır. Bu çelişkiyi hangi “sistem” açıklayabilir?

Bugün MEB, “dijital dönüşüm” ve “yapay zekâ destekli öğrenme” projeleriyle övünüyor. Ancak o teknolojinin fişini takacak priz, o kodu anlayacak öğretmen eğitimi, o derse erişecek internet altyapısı çoğu okulda yok.

Köy okullarında hâlâ bağlantı çekilmezken şehir merkezlerinde “robotik kodlama setleri” dağıtmak, gerçekte hangi ihtiyaca karşılık geliyor? Görüntüde bir sistem var, ama özde yalnızca sistemsizliğin düzeni işliyor.

Yıllar boyunca sahada gözlemledim: Yukarıda alınan kararlar, aşağıda harfiyen uygulanmak istendi. Ne pedagojik gerçekler dikkate alındı, ne de sahadaki deneyim. Biz öğretmenler her seferinde yeni bir “yeniliğin” enkazı altında yeniden başladık.

Yorgun ama kararlıydık. Çünkü biliyorduk: Sorun sistemsizlik değil, varmış gibi yapılan ama aslında hiç var olmayan sistemlerin baskısıydı.

Kâğıt üstünde planlar, projeler, raporlar… Ama sınıfta başka bir hayat akıyor:

Sabahın köründe yollara düşen çocuklar, ikinci işte çalışan öğretmenler, ısınmayan sınıflar, yetersiz donanım, kalabalık derslikler, beslenme sorunu yaşayan öğrenciler… Bu tabloya “reform” kelimesi nasıl sığar?

Gerçek bir eğitim sistemi olsaydı:

Öğretmenler liyakatle atanır, torpille değil.

Sözleşmeli, ücretli, kadrolu ayrımı olmaz, her öğretmen eşit saygıyı görürdü.

Öğrenciler sınavlarla değil, ilgi ve yetenekleriyle yönlendirilirdi.

Okullar, cezaevi mimarisinden çıkıp öğrenme merkezlerine dönüşürdü.

Eğitim politikaları, parti merkezlerinden değil, toplumun uzun vadeli ihtiyaçlarından beslenirdi.

Ama olmadı.

2024’te yapılan düzenlemeyle KPSS’nin yerine getirilen AGS (Aday Gelişim Sınavı) modeli, binlerce öğretmen adayının emek yıllarını bir gecede silip süpürdü. Kimseye danışılmadı. Ne kriteri belli, ne güvenirliği. Yıllarca “liyakat” diye çabalayan genç öğretmenler yeniden belirsizliğe itildi. Bu ülkede sistem, çoğu zaman adını bile öğretmenlerden sonra duyar.

Bugün, “eğitimde fırsat eşitliği” sloganları atılırken özel okul oranı her geçen gün artmaktadır. Ebeveynler borçla çocuklarını özel okula gönderiyor, devlet okullarındaki öğrenciler beslenme desteği bekliyor.

Bir yanda “uluslararası sertifikalı” okullar, diğer yanda “öğle arasında aç kalan” çocuklar… Aynı ülkenin, aynı sistemin çocukları bunlar. Kimi İngilizceyi doğuştan öğreniyor, kimi defterini paylaşmak zorunda kalıyor. Bu adaletsizliği kim, hangi sistem açıklayacak?

Öğretmenler de artık bu eşitsizliğin ortasında yorgun düşüyor. Araştırmalar, öğretmenlerin yüzde 70’inden fazlasının mesleki tükenmişlik yaşadığını, yüzde 60’ının ise ek iş yapmak zorunda kaldığını gösteriyor. Yeni müfredatla birlikte artan evrak yükü, öğretmeni pedagojik üretimden uzaklaştırıp bürokratik bir memur haline getiriyor. Oysa öğretmen, çocukla bağ kurarak, umutla ve anlamla var olur.

Yine de biz yılmadık. Çünkü öğretmenlik bir meslek değil, bir inançtır. Öğrencinin gözünde parlayan umudu görmeden bu iş yapılmaz. Biz o ışığı söndürmemek için her sistem değişikliğinde kendimizi yeniden kurduk. Yorulduk, sessizleştik, bazen içimizde yalnızlaştık. Ama hiç vazgeçmedik.

Artık zamanı geldi.

Ezberlerin değil, düşünmenin; itaate dayalı düzenin değil, özgür aklın egemen olduğu bir eğitimi kurmanın zamanı…

Çocukların gözlerindeki ışığı ölçme puanlarına, öğretmenlerin emeğini yönetmelik satırlarına sığdırmayan bir anlayışın filizlenmesi gerekiyor. Çünkü biz biliyoruz ki, bu ülkenin çocukları daha iyisini, daha insani ve daha adilini hak ediyor.

Biz öğretmenler, artık yalnızca anlatan değil, birlikte öğrenen; yalnızca uygulayan değil, üreten bir eğitim kültürünün inşasını istiyoruz.

Kâğıt üstünde değil, sınıfın sıcaklığında kurulan; sınavla değil, sevgiyle ölçülen; yukarıdan dayatılmayan, birlikte şekillenen bir sistemin zamanı geldi.

Ve o gün geldiğinde — bu ülkenin yorgun ama vazgeçmemiş öğretmenleri olarak — yine sınıflarımızda olacağız. Çünkü biz hep vardık.

Şimdi sıra, gerçekten var olacak bir eğitimi birlikte kurmakta.

Yorumlar