Bu Blogda Ara

14.5.25

Barışa Direnmek: Kimlik, İnkâr ve Hegemonyanın Sosyolojisi

"Barış, hakikatin tanındığı yerde filizlenir; inkârın gölgesinde ise yalnızca kin büyür."

Barış, yalnızca silahların susması değil; bir toplumun kendisiyle yüzleşmesi, tarihsel adaletsizlikleri tanıması ve çok kimlikli bir ortak yaşamı kabul etmesidir. Ancak Türkiye gibi etnik çeşitliliğin yüksek ve tekçi ulus-devlet anlayışının hâkim olduğu toplumlarda, barış süreci bu nedenlerle sadece bir politik karar değil, aynı zamanda bir zihniyet devrimi anlamına gelir. Bu yüzden barış çağrılarının yapıldığı her dönemde, toplumun bazı kesimlerinden bariz bir huzursuzluk yükselir.

Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili barış süreçleri yalnızca siyasi aktörler arasında değil, toplumun ruhsal, kültürel ve sınıfsal katmanlarında da gerilim yaratır. Bu gerilimin önemli bir kısmı, devletin kuruluşundan itibaren yerleştirilen tek ulus, tek kimlik, tek dil paradigmasının hâlâ çok güçlü olmasından kaynaklanır.

Pierre Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı burada oldukça açıklayıcıdır. Bourdieu’ye göre sembolik şiddet, egemen kültürün, alt kültürleri ‘doğal olarak değersiz’ gösterdiği, bunu eğitim, dil, hukuk gibi mekanizmalarla içselleştirdiği bir süreçtir (Bourdieu, 1984). Türkiye’de eğitim sistemi, medya ve bürokrasi yıllar boyunca Kürt kimliğini ya yok saymış ya da “sorun” olarak kodlamıştır. Bu yapı içerisinde büyüyen bireyler, “barış” kavramını bile “bölünme”, “zayıflık” ve “ülkeye ihanet” olarak yorumlayabilmektedir.

Barış sürecine karşı çıkanların bir kısmı kendisini modern, laik ve ilerici olarak tanımlasa da, Kürt meselesi söz konusu olduğunda bu kesimlerin ciddi bir kimlik bunalımına girdiği gözlemlenir. “Kürt” dememek için türlü kıvırtmalar, “Doğu ve Güneydoğu” tabirleri, “terörle mücadele” kavramının arkasına saklanarak barış karşıtı pozisyon alma gibi davranış biçimleri, aslında bilinçaltında bastırılmış bir kimlik korkusunun dışavurumudur.

Bu durumun açıklanmasında Edward Said’in Oryantalizm kavramı da kullanılabilir. Said'e göre oryantalizm, Batı’nın Doğu’yu hem yabancılaştırması hem de onun üzerinde tahakküm kurmasıdır (Said, 1978). Türkiye özelinde bu, Türk elitlerinin Kürtleri “geri”, “aşiretçi”, “tehlikeli” ya da “kontrol edilmesi gereken bir halk” olarak görmesinde kendini gösterir. Modern Türk aydını, Kürt halkıyla eşit bir toplumsallığı tahayyül etmekte zorlanır çünkü o eşitlik, kendi ideolojik üstünlüğünü sarsacaktır.

Antonio Gramsci ‘nin “hegemonya” kavramı, egemen sınıfın toplumsal rızayı zorla değil, ideolojik aygıtlarla ürettiğini öne sürer (Gramsci, 1971). Türkiye’de Kürt sorunu karşısındaki resmi duruş, sadece devletin değil, onun kültürel temsilcilerinin de rıza üretiminde nasıl etkin olduğunu gösterir. Medyada çıkan haberlerden akademideki tez konularına, dizilerdeki karakter tasvirlerinden ders kitaplarındaki tarih anlatısına kadar her şey, Kürt kimliğini ya görünmez kılar ya da kriminalize eder.

Barış süreci ise bu hegemonik düzenin sorgulanması anlamına gelir. Dolayısıyla yalnızca güvenlik politikalarının değil; Türk kimliğini “merkez”e yerleştiren kültürel anlatıların da çökmesi gerekir. Bu, hegemonik konumda olan kesimlerin, yani “devletin doğal uzantısı” gibi davranan aydınların da ciddi bir kimlik krizi yaşamasına neden olur.

Norveçli barış araştırmacısı Johan Galtung’un kavramsallaştırdığı “pozitif barış”, yalnızca savaşsızlık hâli değil, aynı zamanda yapısal eşitsizliklerin ortadan kalktığı, adaletin ve hakların güvence altına alındığı bir toplumsal düzeni ifade eder (Galtung, 1969). Türkiye’de ise barış süreci genellikle sadece “silahların susması” olarak görülür. Oysa gerçek barış, Kürtlerin kimliğinin tanınması, kültürel hakların güvence altına alınması, anadilinde eğitimin sağlanması ve siyasal temsiliyetlerinin kabulüyle mümkündür.

Bu koşullar oluşmadan barış sağlanmış sayılmaz. Bu nedenle barış karşıtı çevrelerin “ama herkes eşit zaten” söylemi, bir tür inkâr stratejisidir. Zira eşitlik, yasal metinlerde yazmakla değil; pratiğe yansıyan adaletle sağlanır.

Tarihsel deneyimler, savaşın hiçbir tarafına kazanç sağlamadığını defalarca kanıtlamıştır. Irak, Suriye, Yugoslavya örnekleri, kimlik temelli çatışmaların nelere yol açabileceğini gösteren acı tablolardır. Türkiye’nin son 40 yılında yaşanan çatışmalı ortam, on binlerce insanın hayatına, milyonlarca çocuğun geleceğine mal olmuştur.

Ekonomik kayıplar da cabasıdır. Örneğin 2000’li yıllarda yapılan bir araştırma, Türkiye’nin yalnızca Kürt meselesi nedeniyle yılda ortalama 40-50 milyar dolar kaybettiğini ortaya koymuştur (Yalçın, 2010). Oysa bu kaynaklar, eğitim, sağlık, altyapı, sosyal hizmetler gibi barışçıl alanlara harcansaydı, bugün çok daha farklı bir toplumsal refah seviyesine ulaşmak mümkün olabilirdi.

Barış, yalnızca siyasal elitlerin değil; her bireyin katkı sunması gereken kolektif bir projedir. Bu ülkede yaşayan her halktan insan, gelecekte çocuklarının daha güvenli, daha eşit, daha demokratik bir toplumda yaşamasını istiyorsa, barışı sadece desteklemekle yetinmemeli, aynı zamanda ona direnen zihniyetle de mücadele etmelidir.

Barışa direnenlere karşı verilecek en güçlü cevap; bir halkın kimliğini tanımanın ihanet değil, insanlık onuru olduğunu yüksek sesle haykırmak ve bu sürecin sadece bir “çözüm” değil, bir ortak gelecek inşası olduğunu anlatmaktır.

Barışa direnenlerin kimliksel korkuları, ideolojik körlükleri ve hegemonik pozisyonlarını kaybetme endişeleri, Türkiye’de kalıcı barışın önündeki en büyük engellerden biridir. Ancak bu engel, aşılmaz değildir. Toplumlar değişir, dönüşür. Barışın toplumsallaşması, yani sadece Kürtler değil, Türkler, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler gibi tüm kimliklerin eşit ve onurlu bir biçimde yaşadığı bir düzenin kurulması, bugün her zamankinden daha mümkündür. Bunun yolu ise barışın yalnızca bir siyaset değil, aynı zamanda bir toplumsal vicdan ve ahlak meselesi olduğunun farkına varmaktan geçmektedir.

Kaynakça:

1-Bourdieu, P. (1984). Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi. Harvard Üniversitesi Yayınları.

2-Galtung, J. (1969). Şiddet, Barış ve Barış Araştırması. Barış Araştırmaları Dergisi, 6(3), 167–191.

3-Gramsci, A. (1971). Hapishane Defterlerinden Seçmeler. Lawrence ve Wishart.

4-Said, E. (1978). Oryantalizm. Pantheon Kitapları.

5-Yalçın, M. (2010). “Kürt Sorunu ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Yükü.” Ekonomi ve Strateji Araştırmaları Dergisi, 6(1), 45–62.

12.5.25

Ömer Hayyam: Ayyaş mı, Yoksa Bilim ve Edebiyatın Dâhisi mi?

"Ömer Hayyam’ın dediği gibi, hayat bir kadeh şarap gibi akıp gider; önemli olan, onu bilinçle ve hakkını vererek yudumlamaktır."

Ömer Hayyam, 11. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak hem edebi hem de bilimsel yönüyle öne çıkan bir isimdir. Ancak günümüzde, özellikle rubailerinde geçen bazı ifadeler nedeniyle, yalnızca "ayyaş" bir şair olarak algılanması yaygın bir yanılgıdır.

Ömer Hayyam, 1048 yılında Nişabur’da doğmuş ve 1131 yılında vefat etmiştir. Matematik, astronomi, felsefe ve edebiyat alanlarında önemli eserler vermiştir. Özellikle Cebir ve Denklem Çözümleme üzerine yazdığı eserler, matematik tarihine büyük katkılar sağlamıştır. Örneğin, üçüncü dereceden denklemleri sistematik olarak sınıflandıran ilk bilim insanlarından biridir. Ayrıca, Celali Takvimi’ni düzenleyen ekibin başında yer alarak, zamanının en hassas takvimlerinden birinin oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Hayyam’ın edebi yönü daha çok rubaileriyle öne çıkmaktadır. Rubailerinde hayatın faniliği, kader, ölüm ve özgür düşünce gibi konular işlenir. Şarap ve eğlenceye dair imgeler sıkça yer alsa da, bunları doğrudan bir hedonizme indirgemek yanıltıcıdır. Pek çok araştırmacı, Hayyam’ın şarabı yalnızca bir içki olarak değil, özgürlük, bilinç ve yaşamın anlamını sorgulamanın bir metaforu olarak kullandığını belirtmektedir.

Ömer Hayyam, çağının en önemli bilim insanlarından biri olarak kabul edilir. Astronomi alanında çalışmaları, dönemin en hassas gözlemlerini içermektedir. Celali Takvimi’ni düzenlerken yaptığı hesaplamalar, daha sonra Gregoryen takvimine ilham kaynağı olmuştur. Aynı zamanda, küresel geometrinin gelişimine katkı sağlayan çalışmalarıyla da bilinir.

Ömer Hayyam’ın "ayyaş" olarak tanımlanmasının birkaç nedeni vardır:

Rubailerinde geçen şarap ve eğlence temaları, onun yalnızca içkiye düşkün bir şair olarak algılanmasına neden olmuştur. Ancak bu, şiirlerinde sembolik bir anlatım olup, dünyevi kısıtlamalara karşı bir özgürlük çağrısıdır.

Dönemin dini otoriteleri tarafından hoş görülmemesi, onun düşüncelerinin kasıtlı olarak çarpıtılmasına yol açmıştır. Hayyam, dönemin dogmatik düşüncelerine karşı özgürlükçü bir yaklaşım sergilemiştir ve bu da onun bazı kesimler tarafından dışlanmasına sebep olmuştur.

Edward FitzGerald’ın Çevirileri, 19. yüzyılda Hayyam’ı Batı dünyasına tanıtan FitzGerald, onun rubailerini çevirirken mistik ve felsefi derinliği azaltmış ve şarap, eğlence vurgusunu daha belirgin hale getirmiştir. Bu da Batı’da "ayyaş şair" algısının oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Ömer Hayyam, ne sadece bir şair ne de sadece bir bilim insanıdır. O, rasyonel düşünceyi savunan bir filozof, dönemin ötesinde bir matematikçi, gökyüzünü inceleyen büyük bir astronom ve insan yaşamını sorgulayan bir şairdir. Onu yalnızca "ayyaş" bir şair olarak tanımlamak, büyük bir bilim ve edebiyat insanını dar bir kalıba hapsetmek olur. Dolayısıyla, Ömer Hayyam’ı anlamak için sadece rubailerine değil, bilimsel ve felsefi çalışmalarına da dikkatle bakmak gerekmektedir.

Hayyam’ın gerçek kimliği, onun bilime, sanata ve özgür düşünceye verdiği katkılarla anlaşılmalıdır. Özgürlükçü ve sorgulayıcı yaklaşımıyla tarihte özel bir yer edinmiş olan bu büyük düşünürü doğru anlamak, hem bilim hem de edebiyat tarihine daha sağlıklı bir bakış açısı kazandıracaktır.

15 Mayıs: Zimanê Kurdî’ye Adanmış Bir Gün

“15 Mayıs, bir halkın yüzyıllardır susturulmaya çalışılan diline sahip çıkma kararlılığının simgesidir. Kürt dili, sadece bir iletişim aracı değil, bir halkın hafızası, kimliği ve özgürlük umududur.”

15 Mayıs, Kürt halkı için yalnızca bir takvim günü değil, aynı zamanda bir dilin, bir kimliğin, bir kültürün ve bir direnişin sembolüdür. Kürt Dil Bayramı, Kürtçenin yüzyıllardır maruz kaldığı baskılara rağmen hayatta kaldığını, halkının belleğinde ve yüreğinde kök saldığını kutladığımız anlamlı bir gündür. Bu dil, yalnızca bir iletişim aracı değil; bir halkın tarihini, edebiyatını, masallarını, acılarını ve hayallerini taşıyan eşsiz bir hazinedir. 15 Mayıs, bu hazinenin değerini anımsatır ve onu yaşatmanın sorumluluğunu hepimize yükler.

Kürt dili, Hint-Avrupa dil ailesine mensup, köklü ve zengin bir dildir. Kurmancî, Soranî, Zazakî, Goranî gibi lehçeleriyle Kürtçenin sunduğu çeşitlilik, Kürt halkının yaşadığı coğrafi genişliğe ve kültürel zenginliğe işaret eder. Ancak bu dil, tarih boyunca inkâr, yasak ve asimilasyon politikalarının hedefi olmuştur. Eğitimden medyaya, kamusal alandan evlere kadar her yerde kısıtlanan Kürtçe, tüm baskılara rağmen halkın diline, kalbine ve direncine tutunarak varlığını sürdürmüştür.

20. yüzyılda Ortadoğu’da sınırların çizilmesiyle birlikte, Kürt halkı dört parçaya bölünmüş ve her bir coğrafyada dil üzerindeki baskılar farklı biçimlerde devam etmiştir. Buna karşın, Ehmedê Xanî'nin Mem û Zîn destanı, Celadet Ali Bedirxan’ın çıkardığı Hawar dergisi, Cigerxwîn’in halkın içinden doğan şiirleri gibi nice eser, Kürt dilinin ayakta kalmasını sağlayan temel taşlar olmuştur.

15 Mayıs’ın Kürt Dil Bayramı olarak seçilmesi, tesadüf değildir. Bu tarih, 1932 yılında Celadet Ali Bedirxan’ın Latin alfabesiyle yayımladığı Hawar dergisinin ilk sayısının çıktığı gündür. Hawar, Kürtçenin modernleşmesi, standartlaşması ve yazılı edebiyatının gelişmesi açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır. Bu nedenle 15 Mayıs, sadece geçmişe değil, aynı zamanda Kürtçenin geleceğine atılan bilinçli bir adımdır.

Kürt Dil Bayramı, yalnızca bir kutlama günü değil; bir farkındalık, sahiplenme ve dayanışma günüdür. Dilin eğitim sisteminde, medyada, edebiyatta ve kamu alanında hak ettiği yeri alması için verilen mücadelenin simgesidir. Aynı zamanda, lehçeler arasındaki zenginliğin ve birleştirici gücün vurgulandığı bir gündür. Kürtçe'nin çok sesliliği, Kürt halkının kültürel mozaiğini yansıtırken; bu çeşitlilik içinde ortak bir ruhun yeşerdiğini gösterir.

Kürtçe, Kürt halkının kimliğinin temelidir. Bir dil, yalnızca kelimelerden ibaret değildir; aynı zamanda bir halkın tarihini, inancını, sevincini ve yasını taşır. Dengbêjlerin anlattığı destanlar, anaların söylediği ninniler, çocuklara anlatılan masallar, her biri Kürtçenin canlılığını ve halkın belleğini taşır. Özellikle sözlü edebiyat geleneği, Kürtçenin yazılı metinlere ihtiyaç duymadan, kuşaktan kuşağa aktarılabildiğinin en güzel göstergesidir.

Bugün dünyanın dört bir yanındaki Kürt toplulukları, 15 Mayıs’ı konserlerle, şiir dinletileriyle, panellerle ve çocuklara yönelik etkinliklerle kutluyor. Bu bayram, sadece Kürtçe konuşanları değil, bu dili öğrenmek ve kültürünü tanımak isteyen herkesi kapsayan bir davettir. 15 Mayıs, Kürtçenin birleştirici gücünü yaşatmak ve onu daha geniş kitlelere tanıtmak için eşsiz bir fırsattır.

Aynı zamanda bu gün, bir çağrıdır. Kürtçenin geleceği için her bireyin bir sorumluluğu vardır. Ana dilde eğitim hakkı, medya organlarında Kürtçe içerik üretimi, lehçelerin korunması ve devletler nezdinde resmi tanınırlık için mücadele sürmelidir. Bu mücadelede herkesin yapabileceği bir şey vardır: Çocuklara Kürtçe masallar anlatmak, şarkılar söylemek, sosyal medyada Kürtçe içerikler paylaşmak, dilin yaşaması için atılacak her adım bir değerdir.

Unutulmamalıdır ki, Kürt dili yalnızca Kürt halkının değil, tüm insanlığın ortak mirasıdır. UNESCO’nun tehlike altındaki diller listesinde yer alan bazı Kürtçe lehçeler, bugün korunmazsa yarın tamamen yok olabilir. Dil, bir halkın ruhudur; bu ruhu yaşatmak ise hepimizin ortak görevidir.

15 Mayıs Kürt Dil Bayramı, bir kutlamadır, bir direniştir, bir umuttur. Bu özel gün vesilesiyle bir şiir okuyalım, bir şarkı söyleyelim, bir hikâye paylaşalım. Gelin, dilimize sahip çıkalım, çünkü: Zimanê Kurdî, rûmeta me ye!

 

Elo Dîno: Kürt Halkının Adalet Savaşçısı

"Elo Dîno, adaletsizliğe karşı kalkan, yoksullar için akan bir nehir oldu."

Kürt tarihinde, destansı kahramanlıklar ve adalet arayışıyla anılan isimlerden biri de Elo Dîno’dur. 16. yüzyılda, Botan bölgesinin zorlu coğrafyasında yaşayan bu halk kahramanı, halkın zulme ve adaletsizliğe karşı kendi kaderini tayin etme iradesinin sembollerinden biri haline gelmiştir. Elo Dîno, kimi zaman “Kürt Robin Hood’u” olarak anılsa da onun mücadelesi yalnızca zenginlerden alıp fakirlere vermekle sınırlı değildir; aynı zamanda bir halkın onurunu, adalet talebini ve özgürlük tutkusunu haykıran bir yaşam biçimidir.

“Elo” ismi, Kürtçede Ali’nin halk arasında hoyrat bir telaffuzudur. “Dîno” ise “çılgın”, “deli” anlamına gelir. Ancak burada delilik, bir akıl yitimini değil, sistemin dayattığı adaletsizliğe karşı gözü kara bir başkaldırıyı simgeler. Elo Dîno'nun ismindeki "çılgınlık", adeta egemen düzeni sarsacak kadar büyük bir cesarete ve vicdani öfkeye işaret eder. O, düzenin çürümüşlüğü karşısında bireysel çıkarı değil, toplumsal adaleti esas alan bir karakterdir.

Elo Dîno’nun hikâyesi, Dicle Nehri’nin kıyısında yer alan, stratejik önemi büyük Bafê Kalesi’nde şekillenir. Bu kale, Şırnak’ın İdil ilçesine bağlı Bafê köyü yakınlarında, dönemin en işlek ticaret yolları üzerinde bulunmaktaydı. Bafê Kalesi'nin konumu, Elo Dîno’ya hem savunma hem de saldırı açısından büyük bir avantaj sağlamıştır. Rivayetlere göre Elo Dîno ve adamları, Dicle Nehri'nin belli bir noktasını kalın zincirlerle kapatarak geçen kelekleri (nehir salları) durdurmuş, geçişlerden haraç almıştır. Ancak bu haraç, kişisel zenginleşme amacıyla değil, halk arasında bir adalet terazisi kurmak için toplanmıştır.

Dönemin güçlü tüccarlarından alınan bu vergiler, bölgedeki yoksul halka dağıtılmıştır. Elo Dîno'nun bu eylemleri, yalnızca ekonomik bir denge oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda halk arasında büyük bir moral ve direniş ruhu yaratmıştır. Onun adaleti, devletten ya da egemenlerden bağımsız, doğrudan halkın vicdanında yankı bulan bir adaletti.

Elo Dîno’nun hikâyesi, sözlü edebiyatın en güçlü damarlarından biri olan dengbêjlik geleneğiyle günümüze taşınmıştır. Dengbêjler, onun destansı maceralarını sözlü şiirlerle, ağıtlarla ve kahramanlık türküleriyle anlatmış, her anlatımda Elo Dîno'nun karakterine yeni boyutlar kazandırmıştır. Onun hikâyesi, yalnızca bireysel bir kahramanlık değil, aynı zamanda Kürt halkının adalet, özgürlük ve onur için verdiği mücadelenin de bir simgesidir.

Dengbêjlerin sesinde yankılanan Elo Dîno, halkın çektiği acının, adaletsizlik karşısında duyduğu öfkenin ve geleceğe dair umudunun sesi olmuştur. Bu sözlü kültür sayesinde Elo Dîno’nun hikâyesi, kuşaklar boyunca canlı kalmış, her çağda yeni anlamlar kazanarak güncellenmiştir.

Ne yazık ki, Elo Dîno’nun direnişine sahne olan Bafê Kalesi, günümüzde ciddi bir tehdit altındadır. Cizre Barajı ve hidroelektrik santral projeleri, bölgedeki birçok tarihi ve kültürel alan gibi Bafê Kalesi'ni de sular altında bırakma riski taşımaktadır. Bu durum, yalnızca bir taş yapının değil, bir halkın kolektif belleğinin, direniş ve adalet duygusunun da kaybı anlamına gelmektedir.

Kürt halkının, tarihiyle ve kahramanlarıyla kurduğu bağın, modern projeler ve kalkınma politikaları uğruna koparılması, kültürel bir trajedi olarak kaydedilmelidir. Bafê Kalesi’nin sular altında kalması, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın da sarsılması demektir.

Elo Dîno’nun hikâyesi, sadece geçmişin tozlu raflarında kalacak bir efsane değildir. Bugün de adalet, özgürlük ve eşitlik için mücadele edenler için bir yol haritası, bir ilham kaynağıdır. Onun yaşamı, bireyin kendi küçük dünyasında teslim olmayı reddetmesinin, toplumsal sorumluluk duygusuyla hareket etmesinin mümkün olduğunu gösterir.

Kapitalist modernitenin bireyselliği yücelttiği, toplumları atomize ettiği bir çağda, Elo Dîno gibi halk kahramanlarının hikâyeleri, ortak yaşam değerlerini, dayanışmayı ve adalet arzusunu hatırlatmaktadır. Elo Dîno'nun ruhu, Botan'ın dağlarında, Dicle'nin coşkun sularında ve Dengbêjlerin titrek ama inatçı seslerinde yaşamaya devam etmektedir.

Elo Dîno, Kürt halkının zulme karşı direnişinin, adaletsizlik karşısında susmama kararlılığının bir sembolüdür. Onun hikâyesi, geçmişten bugüne uzanan bir adalet arayışının parçasıdır. Belki bugün Bafê Kalesi'nin taşları su altında kalacak, ama Elo Dîno'nun adı, halkın belleğinde, şarkılarında, hikâyelerinde yaşamaya devam edecek.

Çünkü gerçek kahramanlar, yalnızca yaşadıkları dönemi değil, kendilerinden sonraki kuşakların vicdanını da aydınlatan yıldızlardır.

 

Devlet Büyükleri Adına Yapılan Sahte Videolarla Halkı Dolandırıyorlar

"Devlet büyüklerinin suretini maske yapan dolandırıcılar, milletin umutlarıyla oynuyorlar."

Son dönemlerde teknolojideki baş döndürücü gelişmeler, insan hayatını kolaylaştırmanın yanı sıra yeni tehditleri de beraberinde getiriyor. Özellikle yapay zekâ (YZ) teknolojilerinin kötüye kullanılması, toplumda onarılamaz yaralar açabilecek nitelikte. Bunun son örneği ise kamuoyunun güvenini istismar eden, devlet büyüklerinin yapay zekâ ile canlandırıldığı dolandırıcılık videoları.

Bu videolarda genellikle eski veya hâlihazırdaki devlet yetkilileri, halkı para kazanmaya davet eden sözde “yatırım fırsatları” hakkında konuşurken görülüyor. Gerçekte bu görüntüler, gelişmiş yapay zekâ sistemleriyle oluşturulmuş, ses ve mimik kopyalanarak sahte videolar hazırlanmış durumda. Örneğin, son zamanlarda sosyal medya platformlarında yayılan bir videoda Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, halka yatırım yaparak para kazanma çağrısında bulunduğu görülüyor. Bu video gerçek dışı olmasına rağmen, yapay zekâ kalitesi o kadar yüksek ki, bilgisi olmayan bir vatandaşın gerçeği ayırt etmesi neredeyse imkânsız.

Bu tarz dolandırıcılıklarda en çok etkilenen kesim, genellikle ekonomik olarak zorluk yaşayan, yatırım yaparak gelirini artırmak isteyen yurttaşlar oluyor. Bir umutla “belki elimdeki üç beş kuruşu artırabilirim” diye düşünerek sahte platformlara yatırım yapan insanlar, ellerindeki son parayı da kaybediyor. Mağdurların çoğu yaşlı, dijital okuryazarlığı sınırlı bireyler ya da sosyal medya reklamlarının manipülatif gücüne karşı savunmasız gençler oluyor.

Bu tür dolandırıcılıklar, çoğunlukla reklam adı altında sosyal medya platformlarında yayınlanıyor. Facebook, Instagram, YouTube gibi mecralar, yeterli denetim ve filtreleme sistemlerine sahip olmadıklarında bu reklamlar yüz binlerce kişiye ulaşabiliyor. Bu noktada vatandaşın aklına gelen en haklı soru şudur: “Bu videolar nasıl oluyor da bu kadar açık şekilde yayılabiliyor? Devlet kurumları bu konuda neden yeterince önlem almıyor?”

Türkiye'de dezenformasyonla mücadele, halkı doğru bilgilendirme ve sosyal medyadaki içeriklerin denetlenmesi gibi görevler başta “İletişim Başkanlığı” olmak üzere “Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK)” gibi kurumların sorumluluğundadır. Bu kurumlar, özellikle devlet büyüklerinin ses ve görüntülerinin yapay zekâ ile taklit edildiği içeriklere karşı derhal harekete geçmeli, yasal düzenlemeler ve teknik önlemlerle bu tarz içeriklerin yayılmasını engellemelidir.

Yapay zekâ ile oluşturulmuş sahte içeriklere karşı **acil bir ulusal mücadele planı** geliştirilmelidir. Aksi hâlde yüzlerce aile daha dolandırıcılara yem olacak, ekonomik sıkıntılar yaşayan vatandaşlar iyice çaresizleşecektir.

Neler Yapılabilir?

Yapay zekâ ile sahte içerik üretmek ve bunu halkı dolandırmak amacıyla kullanmak, ağır cezai yaptırımlarla karşılık bulmalıdır.

Halkın bu tarz içerikleri ayırt edebilmesi için kamu spotları, okullarda seminerler ve belediyeler üzerinden bilgilendirme kampanyaları başlatılmalıdır.

Sosyal medya platformlarının Türkiye'deki temsilcilikleri, bu tür reklamları otomatik tespit eden sistemler kurmak zorunda bırakılmalıdır.

Vatandaşların şüphelendikleri içerikleri bildirebilecekleri, hızlı yanıt veren bir dijital güvenlik hattı kurulmalıdır.

Yapay zekâ teknolojisinin kötüye kullanımı, artık sadece teknolojiyle ilgilenenleri değil, toplumun tüm kesimlerini tehdit ediyor. Devlet büyüklerinin görüntülerinin kullanıldığı bu tür dolandırıcılıklar, vatandaşın devlete olan güvenini de sarsmakta. Devlet kurumları, bu tehdide karşı acilen harekete geçmeli; teknoloji suçlarına karşı yasal, teknik ve toplumsal önlemler geliştirmelidir.

Aksi takdirde, bir yatırım hayaliyle dolandırıcılık kurbanı olan insanların dramlarına her gün bir yenisi eklenecek.

 

9.5.25

Ceylanpınar: Tarihin ve Tarımın Kesişim Noktasında Bir İlçe


 "Ceylanpınar, tarihinin derinliğinden güç alıp geleceğini emeğiyle inşa edecek."

Ceylanpınar hem tarihi hem de stratejik konumu itibariyle Urfa ilinin önemli ilçelerinden biridir. Bu ilçenin tarihi, yaklaşık 5000 yıl öncesine, Asuriler dönemine kadar uzanır. Ceylanpınar, Asuriler zamanında “Vaşşugar” adıyla bilinmiş ve Mitanni Devleti’nin başkenti olmuştur. Bu tarihi bağ, ilçenin kültürel zenginliğini ve bölgesel önemini ortaya koymaktadır. Osmanlı döneminde ise Rasulayn ilçesine bağlı bir yerleşim olan Ceylanpınar, 1946 yılında adını bölgedeki ceylan popülasyonundan ve Habur Çayı’ndan esinlenerek “Ceylanpınar” olarak değiştirmiştir. İlçenin Kürtçe adı olan "Serê Kaniyê" ve Arapça adı "Ras el-Ayn", her iki dilde de “Pınarbaşı” anlamına gelir, bu da bölgenin su kaynaklarının ne kadar önemli olduğunu gösterir.

Tarihsel ve coğrafi olarak çok eski bir geçmişe sahip olan Ceylanpınar, bugünkü ekonomik ve sosyal yapısıyla da dikkat çekmektedir. Özellikle, Türkiye’nin en büyük tarım işletmesi olan TİGEM Ceylanpınar Tarım İşletmesi, bölgenin ekonomik yapısında önemli bir yer tutmaktadır. Bu işletme, 1,7 milyon dekarlık bir alana yayılmakta ve Türkiye’nin toplam tarım arazisinin büyük bir kısmını barındırmaktadır. Bu devasa alan, TİGEM’in ürettiği buğday, pamuk, mercimek, ayçiçeği, mısır ve büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık faaliyetlerinin yanı sıra, sertifikalı tohum üretimi açısından da büyük bir stratejik öneme sahiptir. Ancak, burada üretilen ürünlerin çoğu batı illerine gönderilip işlendikten sonra pazara sunulmakta, dolayısıyla yerel halkın bu üretimden doğrudan ekonomik fayda sağlaması sınırlı kalmaktadır.

Ceylanpınar’ın sosyal yapısı, ekonomik fırsatlar açısından oldukça zorlu bir durumla karşı karşıya kalmaktadır. TİGEM’deki işlerin çoğu mevsimsel ve düşük ücretli işler olup, bu da yerel halkın önemli bir kısmının açlık sınırına yakın bir yaşam sürmesine neden olmaktadır. Ayrıca, ilçede altyapı eksiklikleri, ulaşım sorunları, yüksek kira bedelleri ve sosyal etkinliklerin yok denecek kadar az olması, halkın yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. İlçede eğitim altyapısının yetersizliği, kültürel ve sosyal yaşamın zayıf olması, işsizlik ve yoksulluk gibi sosyal sorunlar da bölgede yaşayanlar için büyük bir sıkıntı oluşturuyor.

Ceylanpınar Belediyesi’nin ilçedeki sosyal, ekonomik ve altyapısal sorunlara çözüm üretme çabaları, geçmişte genellikle sınırlı kalmış, bu da ilçenin kronikleşmiş problemlerinin derinleşmesine neden olmuştur. Ancak, DEM Partisi’nin (eski adıyla Halkların Demokratik Partisi - HDP ve ondan önceki adıyla Barış ve Demokrasi Partisi - BDP) yerel yönetimde söz sahibi olduğu dönemlerde, ilçede hizmet odaklı bir belediyecilik anlayışının hakim olmaya başladığı gözlemlenmiştir. DEM Partili yönetimler, sadece klasik belediyecilik hizmetleriyle yetinmemiş, aynı zamanda ilçenin sosyal dokusunu güçlendirmek, ekonomik kalkınmayı desteklemek ve halkın temel yaşam standartlarını yükseltmek için çok yönlü projeler geliştirmeye çalışmıştır.

Özellikle altyapı iyileştirmeleri konusunda önemli adımlar atılmış; yıllardır ihmal edilen yol, su ve kanalizasyon sorunlarına çözüm üretme yönünde somut çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, çocuklar, gençler, kadınlar ve yaşlılar gibi toplumun farklı kesimlerine yönelik sosyal projeler başlatılmış, kültürel etkinliklerin desteklenmesi, kadınların istihdama katılımının artırılması, gençler için spor ve eğitim alanlarında fırsatlar yaratılması gibi çalışmalar da gündeme alınmıştır. Bu projeler, sadece hizmet sunmanın ötesinde, ilçede sosyal adalet ve eşitlik temelli bir belediyecilik anlayışının inşa edilmesine yönelik önemli adımlar olarak değerlendirilmiştir.

DEM Partisi’nin yönetimde olduğu dönemlerde, Ceylanpınar Belediyesi'nin temel motivasyonu, halkın kendi kendine yetebilmesi, yerel kalkınmanın halkın katılımıyla sağlanması ve kamu hizmetlerinin adil bir şekilde herkese ulaştırılması olmuştur. Ayrıca, şeffaflık, hesap verebilirlik ve halkla doğrudan temas ilkeleri doğrultusunda yönetim anlayışı şekillenmiştir. Halk toplantıları, anketler ve mahalle meclisleri gibi katılımcı yöntemlerle, belediyenin hizmet önceliklerini doğrudan halktan öğrenerek belirleme çabası içine girilmiştir. Bu yaklaşım, Ceylanpınar halkı ile belediye arasındaki bağı güçlendirmiş, halkın kendi yöneticilerine karşı duyduğu güveni artırmıştır.

Her ne kadar Ceylanpınar’ın coğrafi olarak sınır bölgesinde yer alması, siyasi gerilimler ve güvenlik endişeleri zaman zaman belediye çalışmalarını zorlaştırsa da, DEM Partisi’nin yönettiği dönemlerde sergilenen hizmet odaklı, insan merkezli ve toplumsal barışı önceleyen yaklaşım, ilçede önemli bir değişim iradesinin varlığını ortaya koymuştur. Bu anlayış, ilçenin geçmişten bugüne süregelen sorunlarının çözümünde umut verici bir zemin hazırlamış, sosyal adalet ve eşitlik temelinde bir yerel yönetim pratiğinin mümkün olduğunu göstermiştir.

Ceylanpınar’ın ekonomik potansiyelinin gelişmesi için öncelikle yerel halkın ekonomik süreçlere daha fazla katılımı sağlanmalıdır. Bunun için TİGEM’in üretim sürecinden yerel halkın daha fazla pay alması gerekmektedir. Ayrıca, yerel işleme tesislerinin kurulması, ürünlerin burada işlenip katma değerinin artırılması, ilçeye doğrudan ekonomik geri dönüş sağlanmasına yardımcı olacaktır. Bunun yanı sıra, sosyal altyapının güçlendirilmesi ve sosyal yaşamın canlandırılması da ilçenin kalkınması için önemli adımlar olacaktır. Ceylanpınar’da eğitim altyapısının güçlendirilmesi, kültürel ve sosyal faaliyet alanlarının oluşturulması, halkın genel yaşam kalitesini artırmak için büyük bir fırsat sunmaktadır.

Ceylanpınar, aynı zamanda çevresel faktörler açısından da büyük bir tehdit altındadır. İklim değişikliği, bölgenin tarımsal geleceğini ciddi şekilde tehdit etmektedir. Ceylanpınar, Türkiye’de çölleşme riski yüksek olan bölgelerden biridir ve su kaynaklarının verimli kullanımı bu bölgede hayati önem taşımaktadır. Ancak, TİGEM’in modern sulama sistemleri ve güneş enerjisi projeleri gibi girişimleri, bu sorunlara çözüm üretme potansiyeline sahiptir. Bu projeler, bölgedeki tarımsal üretimin sürdürülebilirliğini sağlamak ve su kaynaklarının verimli kullanımını artırmak için büyük önem taşımaktadır.

Ceylanpınar, tarihi ve doğal zenginlikleriyle önemli bir ilçedir. Mitanni Devleti’nin başkenti olma özelliği, bölgenin kültürel geçmişini ve stratejik önemini daha da derinleştirirken, TİGEM gibi büyük tarım işletmelerinin varlığı ilçenin ekonomik potansiyelini artırmaktadır. Ancak, ilçenin kalkınması için daha fazla yatırım yapılması, yerel halkın ekonomik süreçlere katılımını artıracak politikaların hayata geçirilmesi ve sosyal altyapının güçlendirilmesi gerekmektedir. DEM Partisi’nin yerel yönetimdeki hizmet odaklı yaklaşımları, ilçede gelişme sağlanması adına umut verici olsa da, daha kapsamlı bir kalkınma planı ve yatırımlar gereklidir. Bu adımlar atıldığında, Ceylanpınar, hem bölge hem de ülke için önemli bir refah merkezi haline gelebilir.

8.5.25

Sırrı Abi: İnsanlığın Soluğu



“Sırrı Abi olmak, ne sola ne sağa sığmaktır; yüreğini ezilenden yana koyup, insan kalabilmektir.”

Sırrı Süreyya Önder… Halkın dilinde sadece “Sırrı Abi”… Kimdi o? Bu toprakların en karmaşık, en derin, en acılı meselelerine dokunurken bile içinden geçen gülümsemeyi eksik etmeyen bir hikâyeydi o. Solcu muydu? Sağcı mıydı? Marksist miydi? Nurcu muydu? Alevi miydi, Sünni miydi? O'nu tanıyan herkes, bu soruların ne kadar boş ve sığ olduğunu bilir. Çünkü Sırrı Abi, kalıplara sığmazdı. O bir fikir değil, bir hissiydi. Bir yön değil, bir vicdandı. O, en çok da insandı; sahici, sıcak, samimi ve mücadele dolu bir insan…

Sırrı Süreyya Önder’in hikâyesi, Türkiye’nin kadim topraklarında, Adıyaman’da başladı. Bir Türkmen ailesinin çocuğu olarak doğdu, ama öyle bir hayat yaşadı ki, kimliğin etnik ya da mezhebi bileşenlerinden ibaret olmadığını kanıtladı. Babası sosyalistti, Türkiye İşçi Partisi'nin emekçisiydi; dayısı ise Said-i Nursî'nin öğrencisi, inançla yoğrulmuş bir Nur talebesi… Bir yanda sınıf mücadelesi, diğer yanda ilahi aşkın ve teslimiyetin hikmeti. İşte bu çelişki gibi görünen ama aslında Anadolu'nun iç içe geçmiş hakikatleri, onun dünyasında erken yaşta buluştu.

Henüz gençlik yıllarında, sınıfsal adaletsizliklere karşı duyduğu öfke, onu devrimci saflara taşıdı. 12 Eylül’ün karanlığında, daha çocuk denecek yaşta, işkence tezgâhlarında sorgulandı, Mamak Cezaevi'nde yedi yıla yakın zaman geçirdi. Ne var ki, orada yaşadığı zulüm onu katılaştırmadı, öfkeyle körleştirmedi. Bilakis, o karanlık zemin, onun insan sevgisini, mizahını, merhametini büyüttü. Cezaevinden çıktığında “kurtarıcı” ideolojilerden çok, yaşanmış acıların tanığı olarak konuştu.

Sinema onun için bir estetik uğraş değil, hakikatin başka yollarla anlatımıydı. “Beynelmilel” filminde darbelerin karanlığını bir kasabanın müziği üzerinden anlattı. Film hem güldürdü, hem ağlattı; ama en çok da düşündürdü. “F Tipi Film” ile cezaevlerinin soğuk duvarlarının arkasındaki çığlığa kulak verdi. O, kamera arkasında da Meclis kürsüsünde de aynı şeyi yapıyordu: İnsanı anlatmak, ezilenin sesi olmak.

Sırrı Abi, hep “arada” durmayı seçti. Bu aradalık, bir belirsizlik ya da savrulmuşluk değildi; bilakis bilinçli bir tercihti. Çünkü o, kutupların darlığını değil, insanın derinliğini görüyordu. Bir İslamcıyla oturup saatlerce konuşabilir, bir solcuyla birlikte halay çekebilir, bir Alevi’nin dergâhında lokma yiyebilir, bir Sünni’yle Kur’an meali üzerine tartışabilirdi. Çünkü onun nezdinde insanın dini, mezhebi, etnik kökeni değil; acısı, umudu ve onuru kıymetliydi.

Sırrı Süreyya Önder’in milletvekilliği dönemi, Türkiye siyasetinin en kırılgan zamanlarına denk geldi. Barış sürecinin en çetin günlerinde, elini taşın altına koydu. Ateşkesin sağlanmasında, Meclis’te Kürt sorununu dile getirirken kullandığı kelimelerde, Gezi Direnişi’nde iş makinesinin önüne yattığında sergilediği cesarette, hep aynı çizgi vardı: Barış, adalet ve hakikat için yaşamak.

Kürt değildi. Ama “Bu mesele çözülene kadar ben de Kürdüm” diyebilecek kadar yürekliydi. Bu duruş, onun kimliğe değil adalete yaslanan anlayışını gösteriyordu. Kendisini tanımlamak yerine, hep başkalarının yükünü taşımayı seçti. Kibirli bir önder olmadı; hep halkın içinden, halkla beraber yürüyen biri oldu. Onunla oturan her kesimden insan, bir önderden çok bir ağabeyiyle sohbet ettiğini hissederdi. Onun dili hem edebi, hem sivil, hem de samimiydi. Üslubu, siyasetin kalıplaşmış söylemlerinden çok uzak; sokaktaki insanın yüreğine dokunan bir sadelikteydi.

Onu tanıyanlar, en çok da onun gülüşünü anlatır. Acının orta yerinde, bir mizahla, bir kelime oyunuyla, bir kahkahayla hayatı yeniden inşa etmeye çalışan bir gülüştü o. Mizah, onun hayata karşı kurduğu en sağlam köprüydü. Öfkeye karşı tebessümle, zorbalığa karşı incelikle direndi.

Sırrı Abi'nin 3 Mayıs 2025'te duran kalbi, sadece bir bedenin değil, bir dönemin, bir vicdanın, bir insanlık örneğinin de vedasıydı. Ama o, ardında salt bir siyasi miras değil, unutulmayacak bir yaşam örneği bıraktı. Onunla cezaevinde yoldaş olanlar hâlâ ondan bahsederken gülümsüyor. Onunla aynı Meclis’te yer alan siyasetçiler, onun muhalefetini hem zekice hem zarifçe yaptığına tanıklık etmişti. Bir Müslüman kadın onun için ağlayabiliyor, bir Kürt genci onun fotoğrafına sarılabiliyorsa; bu, onun kalıpları aşan o büyük insanlığının göstergesidir. Hatta vaktiyle sert siyasi çizgisiyle tanınan Devlet Bahçeli bile, Sırrı Süreyya Önder'in vefatının ardından yaptığı kısa ama anlamlı bir açıklamayla, onun nezaketini ve duruşunu takdir etmişti. Zira Sırrı Abi, sadece fikirleriyle değil, insanlara yaklaşımıyla da gönüllerde yer etmişti.

Çünkü Sırrı Abi, bir etiket değildi. O, bir ideolojinin fanatiği değil; bir hakikatin, bir vicdanın, bir insanlığın taşıyıcısıydı. Adıyaman’ın tozlu sokaklarında başlayan bir yolculuğun, Mamak Cezaevi’nin hücrelerinde pişen bir ruhun, Gezi Parkı’nda direnen bir kalbin, Meclis kürsüsünde yankılanan bir sözün özetiydi.

Sırrı Abi, sen solcuydun, sağcıydın, İslamcıydın, devrimciydin, mizahçıydın, sanatçıydın. Ama hepsinden önce ve hepsinden çok, insandın. O insanlık hâli, seni hep sevdirdi. Seni özleyeceğiz. Sözlerin, bakışların, şakaların, direnişin, vicdanın hep bizimle olacak.

Bu topraklarda bir Sırrı Abi geçti. Ve ardından sadece ayak izleri değil, yürek izleri bıraktı…

 



Diyarbakır’da Uyuşturucu Madde Kullanımı, Fuhuş ve Sessizliğin Bedeli


 "Diyarbakır’ın taşları susar, ama çığlığı susturamazsın; sessizlik çürütür, dayanışma kurtarır."

Diyarbakır, taş duvarlarının ardında sadece tarihini değil, sustukça ağırlaşan bir toplumsal yükü de taşıyor. Bu kadim kent, yüzyıllardır politik mücadelelerin, kültürel direnişin ve toplumsal dönüşümlerin merkezi oldu. Ancak, özellikle 1990’lardan itibaren zorunlu göçlerin, yoksulluğun ve devlet politikalarının gölgesinde, madde kullanımı ve fuhuş gibi derin yaralarla sarsılıyor. Bu sorunlar, bireysel zaaflardan çok, yapısal bir çürümenin, toplumsal dışlanmanın ve siyasal baskıların birer yansıması. Diyarbakır’ın sessiz çığlığı, bu yaraların ardındaki insan hikâyelerini ve çözülmeyi bekleyen toplumsal düğümleri gözler önüne seriyor.

1990’lar, Diyarbakır için bir kırılma noktasıydı. 1993-1996 yılları arasında binlerce köyün boşaltılması, kırsal yaşamın dayanışma mekanizmalarını yok etti. Göç-Der’in 2009 raporuna göre, bu süreçte yüz binlerce insan, kent çeperlerinde Bağlar, Şehitlik, Benusen, Suriçi gibi mahallelerde bir araya geldi. Ancak bu mahalleler, dayanışmanın değil, güvencesizliğin ve izolasyonun merkezi haline geldi. Kırsalda akrabalık bağları, komşuluk ilişkileri ve kolektif üretimle ayakta kalan topluluklar, kentte işsizlik, yoksulluk ve dışlanmayla karşılaştı. Bu, özellikle gençler ve kadınlar için marjinalleşmenin başlangıcı oldu.

TÜİK’in 2023 verileri, Diyarbakır’daki yapısal sorunların ciddiyetini ortaya koyuyor: Genç işsizlik oranı %35’i aşarken, 15-24 yaş arasındaki gençlerin %40’ı ne eğitimde ne de istihdamda (NEET). Eğitimsizlik ve işsizlik, gençleri sadece ekonomik değil, duygusal ve sosyal bir çıkmaza sürüklüyor. Devlet politikalarının güvenlik eksenli yaklaşımı ise bu çıkmazı derinleştiriyor. Sosyal hizmetlerin neredeyse yok denecek kadar az olduğu bu mahallelerde, gençler uyuşturucu ağlarının kolay hedefi haline geliyor.

Diyarbakır’da madde kullanımı, artık sokaklarda açıkça görülen bir gerçek. Bonzai, metamfetamin gibi ucuz ve yıkıcı maddeler, özellikle yoksul mahallelerde kol geziyor. Yerel gözlemler, bu maddelerin bazı semtlerde açıkça satıldığını, hatta gençlerin “taşıyıcı” veya “satıcı” olarak bu ağlara çekildiğini gösteriyor. Kimi gençler için bu, kısa vadeli bir kazanç kapısı gibi görünse de, uzun vadede bağımlılık ve suç döngüsüne hapsoluyorlar.

Zelyut’un (2021) Uyuşturucu, Devlet ve Ekonomi adlı çalışmasında da belirtildiği gibi, uyuşturucu ticareti, sadece bireysel değil, sistematik bir sorun olarak ele alınmalı. Ancak Diyarbakır’da bu sorun, rehabilitasyon yerine kriminalizasyonla yanıt buluyor. Madde kullanan bireyler, toplumdan dışlanıyor, damgalanıyor ve çoğu zaman hiçbir destek almadan kendi hallerine bırakılıyor.

Diyarbakır’da fuhuş, kadın yoksulluğunun ve toplumsal dışlanmanın en acı yüzlerinden biri. Kadının İnsan Hakları Derneği’nin (KİH-YÇ) 2020-2023 raporlarına göre, aile desteğini kaybetmiş, boşanmış veya şiddetten kaçan kadınlar, ekonomik çaresizlik içinde fuhşa sürükleniyor. Diyarbakır’da yalnızca bir resmi kadın sığınma evinin bulunması, bu kadınları kayıt dışı barınma alanlarına ve dolayısıyla sömürü ağlarına itiyor. Çocuklu kadınlar, özellikle bu döngüde en savunmasız olanlar. Kimi zaman “gönüllü” gibi görünseler de, bu, hayatta kalmak için verilen bir tavizden ibaret.

Fuhuş, artık sadece sokaklarda değil, dijital mecralarda da örgütleniyor. Telegram grupları, sahte “masaj” siteleri ve eskort platformları, bu sömürü ağlarının yeni yüzü. Yerel bar ve otellerin bu sistemle işbirliği yaptığına dair saha aktarımları, sorunun ne kadar karmaşık bir hal aldığını gösteriyor. Kadınlar, bu ağlarda hem fiziksel hem de psikolojik şiddete maruz kalıyor. Ancak çoğu, resmi makamlara başvurmanın kendilerini daha fazla riske atacağını düşünerek sessiz kalmayı tercih ediyor.

Madde kullanımı ve fuhuş, Diyarbakır’da birbirini besleyen bir kısır döngü oluşturuyor. Özellikle madde bağımlısı kadınlar, maddeye ulaşabilmek için fuhşa zorlanıyor. Bu, onları hem bağımlılığa hem de erkek şiddetine esir ediyor. Şiddet, bu kadınların günlük gerçeği: Madde sağlayıcılarından, müşterilerden ve hatta toplumun ahlaki yargılarından kaçamıyorlar. Toplum, fuhuşun “müşteri” tarafını, yani genellikle orta-üst sınıf erkekleri, tartışmaktan kaçınıyor. Bu çifte standart, fuhuşun bir “kadın sorunu” olarak görülmesine ve erkek sorumluluğunun görünmez kılınmasına yol açıyor.

Diyarbakır toplumu, madde kullanımı ve fuhuş karşısında karmaşık bir tutum sergiliyor. Bir yanda bu sorunlara karşı sert ahlaki yargılar var; diğer yanda ise bu sorunların kökenindeki yapısal eşitsizlikler ve dışlanma görmezden geliniyor. Madde kullanan gençler “suçlu”, fuhuş yapan kadınlar “ahlaksız” olarak damgalanırken, bu bireylerin içine düştüğü çaresizlik nadiren sorgulanıyor. Erkeklerin fuhuşun “talep” tarafındaki rolü ise neredeyse hiç konuşulmuyor. Bu sessizlik, bir tür toplumsal onay gibi işliyor ve sorunların derinleşmesine zemin hazırlıyor.

Devletin Diyarbakır’daki bu krize yaklaşımı, sosyal politikalar yerine güvenlik odaklı çözümlerle sınırlı. Rehabilitasyon merkezlerinin yetersizliği, sosyal destek projelerinin parçalı yapısı ve kadın sığınma evlerinin eksikliği, sorunların çözümünü imkânsız hale getiriyor. Dahası, Diyarbakır’ın yapısal yoksulluğu, Kürt kimliğinin sistematik dışlanmasıyla da yakından bağlantılı. Anadilde eğitim eksikliği, siyasal temsil yoksunluğu ve sürekli baskılar, toplumu bir tür “pasif direniş”e itiyor. Madde kullanımı, fuhuş ve hatta artan intihar vakaları, bu direnişin yıkıcı biçimleri olarak ortaya çıkıyor.

Yerel yönetimlerin çabaları, bazı STK’ların kısıtlı olanaklarla yürüttüğü projelerle sınırlı. Ancak bu çabalar, devletin kapsamlı bir sosyal politika eksikliğini telafi etmekten uzak. Yılmaz’ın (2017) Kentsel Yoksulluk ve Dışlanma adlı çalışmasında vurguladığı gibi, Diyarbakır’daki çevre mahalleler, sadece ekonomik değil, sosyal ve kültürel bir dışlanmanın da merkezi. Bu dışlanma, madde kullanımı ve fuhuş gibi sorunları besleyen temel dinamiklerden biri.

Diyarbakır’ın bu sessiz çığlığına kulak vermek, sadece ahlaki bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluk. Sorunların çözümü, yüzeysel müdahalelerle değil, yapısal reformlarla mümkün. İşte bazı öneriler:

Madde kullanımının yaygın olduğu mahallelerde, gençlere sanat, spor ve mesleki eğitim sunan ücretsiz merkezler kurulmalı. Bu merkezler, gençlerin potansiyellerini keşfetmelerine ve kendilerini değerli hissetmelerine olanak tanıyabilir.

Barınma, istihdam ve psikolojik destek sağlayan kapsamlı kadın merkezleri, kadınların sömürü ağlarından kurtulmasına yardımcı olabilir. Bu merkezler, özellikle çocuklu kadınlar için güvenli bir sığınak olmalı.

Madde bağımlılığıyla mücadelede, kriminalizasyon yerine şefkat odaklı, toplum temelli rehabilitasyon programları yaygınlaştırılmalı. Bağımlı bireyler, dışlanmak yerine topluma kazandırılmalı.

Mahallelerde güven sağlayan kadın ve gençlik dernekleri, yerel halkın ihtiyaçlarını daha iyi anlıyor. Bu STK’lar, devlet ve yerel yönetimler tarafından desteklenmeli.

Mahalle bazlı farkındalık kampanyaları, halk toplantıları ve seminerlerle, toplumun sessiz onayı sorgulanmalı. Dayanışma kültürü, ahlaki yargıların yerini almalı.

Diyarbakır, sadece taşlarıyla değil, insanlarının direnciyle de ayakta duruyor. Madde kullanımı ve fuhuş, bu kentin bireysel hikâyelerinden çok, zorunlu göç, yoksulluk, kimlik baskısı ve devlet politikalarının ihmali gibi yapısal sorunların birer sonucu. Bu sorunlar, ahlaki öfkeyle değil, toplumsal dayanışma ve politik kararlılıkla çözülebilir. Sessizliği bozmak, bu kadim kentin geleceğini kurtarmak için hepimizin ortak borcu. Diyarbakır’ın taşları, suskunluğun bedelini anlatıyor; sıra bizde, bu çığlığı duyup harekete geçmekte.

Kaynakça

1-TÜİK, 2023 Genç İşsizlik Raporu

2- Göç-Der (2009). *Zorunlu Göç Raporu: Diyarbakır Örneği*

3- Yılmaz, K. (2017). *Kentsel Yoksulluk ve Dışlanma: Diyarbakır’da Çevre Mahalleler*

4- Zelyut, A. (2021). *Uyuşturucu, Devlet ve Ekonomi*

5- Kadının İnsan Hakları Derneği (KİH-YÇ) Raporları (2020–2023)

6- Alan gözlemleri ve yerel STK temsilcileriyle yapılan görüşme notları (2024, derlenmiş kaynaklar)

 

6.5.25

Boş Beslenme Çantalarının Sessiz Tanıklığı


                  "Bir çocuğun açlığı, yalnız midesini değil; vicdanları da doyurmayan bir sistemin utancıdır."

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada paylaşılan bir video, eğitim sistemimizde yıllardır halının altına süpürülen bir yaraya ışık tuttu. Bursa’da bir okulda görevli olduğu öğrenilen bir öğretmenin, sınıfındaki öğrencilerin beslenme çantalarını tek tek göstererek çektiği video hem büyük tepki topladı hem de bir soruşturma sürecini beraberinde getirdi.

Ancak bu olay, yalnızca bir öğretmenin kişisel hatası ya da etik dışı davranışı olarak ele alınamayacak kadar derin bir toplumsal meseleyi gözler önüne serdi: Milyonlarca çocuğun yaşadığı yoksulluk ve bunun eğitimdeki yansımaları.

Elbette ki çocukların beslenme durumlarının sosyal medya üzerinden paylaşılması, ciddi bir mahremiyet ihlalidir. Bu tür paylaşımlar, çocukların özel hayatlarına doğrudan müdahale anlamına gelir ve hem yasal hem etik boyutlarıyla pedagojik sorumlulukla bağdaşmaz. Hele ki çocukların ekonomik durumları gibi toplum nezdinde hassasiyet taşıyan bir mesele üzerinden görünür kılınmaları, onların kişilik gelişimlerine zarar verebilecek nitelikte bir travma yaratabilir. Zira yoksulluk, hiçbir çocuğun utanacağı bir durum değildir; utanması gereken, bu yoksulluğu görüp de çözüm üretmeyen sistemin ta kendisidir.

Fakat burada yalnızca videoyu çeken öğretmenin pedagojik hatasına odaklanmak, asıl sorunu ıskalamak olur. Tepki gösterilmesi gereken şey sadece bu paylaşım değildir. Esas odaklanılması gereken, o çantaların neden bu kadar boş olduğudur. O görüntülerde dikkat çeken şey yalnızca etik dışı bir davranış değil; ülkenin dört bir yanına yayılmış, yıllardır süreklilik kazanan yapısal bir eşitsizliğin gözle görülür bir tezahürüdür. Türkiye’de milyonlarca çocuk, her sabah okula boş mideyle gitmekte; protein, vitamin gibi temel ihtiyaçlardan mahrum büyümektedir. Bazıları kahvaltı yapamadan, bazıları ise sadece bir dilim ekmek ya da kuru bir simitle gününü geçirmek zorunda kalmaktadır.

Üstelik bu durum, yalnızca fiziksel sağlıkla ilgili değildir. Yetersiz beslenme, çocukların zihinsel gelişimlerini, öğrenme kapasitelerini, dikkat sürelerini ve sosyal ilişkilerini de doğrudan etkilemektedir. Aç bir çocuk, sınıfta dersi anlamakta zorlanır; arkadaşlarıyla sağlıklı ilişkiler kuramaz, öğretmeniyle bağ kurmakta güçlük çeker. Bunun sonucunda eğitimden soğur, özgüvenini yitirir, erken yaşta okulu bırakma riski artar. Yani bir beslenme çantasındaki eksiklik, çocuğun tüm eğitim hayatını, hatta geleceğini tehdit edebilecek bir domino etkisi yaratır.

Bu noktada sormamız gereken soru şudur: Bu durumun sorumluluğu yalnızca öğretmene mi yüklenebilir? Yoksa asıl sorumlu, yıllardır çocuk yoksulluğunu görmezden gelen, eğitimde fırsat eşitliğini yalnızca söylemde dile getiren politikalar mıdır? Bu mesele, bireysel hataların ötesinde, kamusal politikalara dair ciddi bir sorgulamayı beraberinde getirmelidir.

Bir çocuğun gelişimindeki en temel ihtiyaçlardan biri olan beslenme, eğitim başarısının da doğrudan belirleyicisidir. Aç bir çocuk derse odaklanamaz, fiziksel gelişimi geriler, sosyal ilişkileri zayıflar ve özgüveni kırılır. OECD raporlarına göre Türkiye, çocuk yoksulluğu oranı bakımından birçok Avrupa ülkesinin gerisindedir. TÜİK’in verileri de, çocukların yaklaşık üçte birinin düzenli beslenmeye erişemediğini göstermektedir. Bu tablo sadece bir istatistik değildir; her biri gerçek bir çocuğun hayatını temsil eder.

Bu noktada tartışılması gereken, neden tüm okullarda ücretsiz ve nitelikli öğünlerin sağlanmadığıdır. Pek çok ülkede devlet okullarında öğrencilerin beslenmesi sosyal devlet anlayışının bir parçası olarak görülür ve kamusal hizmet şeklinde sunulur. Türkiye'de ise bu uygulamalar genellikle proje bazlı, kısa süreli veya yalnızca kırsal bölgeleri hedefleyen kısıtlı programlarla sınırlıdır.

Eğer bu videonun doğurduğu tepki, bu çarpıcı gerçekliğin sistemsel olarak ele alınmasına vesile olursa, bir toplumsal dönüşümün kapısı aralanabilir. Soruşturma açmak, sorumluyu cezalandırmak belki bir nebze adalet sağlar; ama daha önemlisi, milyonlarca çocuğun her sabah eşit şartlarda derse başlayabilmesi için kalıcı politikalar üretmektir.

O öğretmenin yöntemi yanlış olsa da, göz önüne serdiği gerçek doğruydu: Türkiye’de çocuklar aç, çocuklar eşitsiz ve çocuklar unutulmuş durumda. Şimdi bu gerçeği sadece kınamak değil, çözüm üretmek zorundayız. Çünkü bu çocuklar bizim geleceğimiz değil, bugünümüzdür. Ve her birinin onurlu bir şekilde karnı doyarken eğitim alma hakkı vardır.

 

Ergani’nin İlk Kitap Bayramı: Sözcüklerle Dolu Günler


                                                     “1.Ergani Kitap Günleri, halkın kültürle buluştuğu bir ilk adım oldu.”

2 Mayıs’ta kapılarını açan ve 5 Mayıs’a kadar süren 1. Ergani Kitap Günleri, ilçenin kültürel tarihinde bir dönüm noktası olarak yerini aldı. Ergani Belediyesi ile Eğitim Sen Ergani Şubesi’nin ortaklaşa düzenlediği bu anlamlı etkinlik, ilçede ilk kez bu denli kapsamlı bir kitap organizasyonunun hayata geçirilmesiyle büyük dikkat çekti.

Etkinlik süresince Ergani Belediyesi Eş Başkanları Şiyar Güldiken ve Birsen Azak Bayar, alanı hiç yalnız bırakmayarak emekleriyle etkinliğe değer kattılar. Eğitim Sen’den görevli öğretmenler, organizasyonu son derece özverili bir şekilde yürüttü. Her yazar için bir öğretmen görevlendirilmişti; yazarlar alana girdikleri andan itibaren destek ve ilgi eksik olmadı.

Etkinliğin genel koordinasyonunu üstlenen Nêçîrvan Bozkaplan, aynı zamanda bir yazar olarak kitaplarını imzaladı, söyleşilerde moderatörlük yaptı ve organizasyonun her aşamasında aktif rol aldı.

Benimle ilgilenen değerli öğretmenim Fırat Karaduman hocama da ayrıca teşekkür ediyorum; etkinlik boyunca yanımda olarak beni hiç yalnız bırakmadı.

Ergani Kitap Günleri, dört gün boyunca ilçenin merkezinde adeta bir edebiyat şöleni havasında geçti. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen yayınevleri, yazarlar ve edebiyatçılar, kitap tutkunlarıyla buluştu. Kitap stantlarının kurulmasıyla birlikte, ilçenin sokaklarında kitap kokusu dolaşmaya başladı. Her yaş grubundan ziyaretçi, sabahın erken saatlerinden akşama kadar stantları gezdi, kitaplar arasında dolaştı, yazarlarla tanışma fırsatı buldu.

Etkinliğin dikkat çeken yanlarından biri, Kürtçe yazılmış kitaplara gösterilen yoğun ilgiydi. Okurların özellikle Kürtçe kitaplara yönelmesi, bu alandaki ihtiyacın ve kültürel açlığın bir göstergesi oldu. Ancak bu ilgiye rağmen Kürtçe kitap satışlarının beklenen düzeyde gerçekleşmediği gözlemlendi. Yine de bu durum, etkinliğin genel başarısını gölgede bırakmadı; tam tersine, gelecekte bu alanda daha güçlü adımlar atılmasının önünü açtı.

Kitap Günleri yalnızca bir satış organizasyonu değil, aynı zamanda kültürel bir buluşma platformu oldu. Yazar söyleşileri, paneller, şiir dinletileri, çocuklara yönelik atölye çalışmaları ve imza günleri, etkinliğin sosyal yönünü pekiştirdi. Katılımcılar, okudukları kitapların yazarlarıyla yüz yüze gelerek sohbet etme, kitaplarını imzalatma ve edebi sohbetlere katılma fırsatı buldu. Özellikle gençlerin bu buluşmalara gösterdiği ilgi, ilçenin kültürel gelişimi açısından umut verici bir tablo çizdi.

Bu organizasyon, Ergani’nin kültürel anlamda sahip olduğu potansiyeli bir kez daha ortaya koydu. Uzun yıllar boyunca kültürel etkinliklerin sınırlı olduğu ilçede, Kitap Günleri adeta bir uyanışa vesile oldu. Etkinlik boyunca oluşan canlılık, hem esnafın yüzünü güldürdü hem de ilçe halkının kültürel etkinliklere olan açlığını gözler önüne serdi. Eğitimciler, öğrenciler, edebiyatçılar ve sivil toplum temsilcileri, bu buluşmada bir araya gelerek bilgi alışverişinde bulundu, geleceğe dair ortak kültürel hayaller kurdu.

Ergani Kitap Günleri, katılımcılar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı. Organizasyonun ardından dile getirilen en önemli temennilerden biri, bu etkinliğin gelenekselleşmesi oldu. Yerel yöneticiler, organizasyon komitesi ve halktan gelen olumlu geri dönüşler, önümüzdeki yıllarda daha da geniş kapsamlı Kitap Günleri’nin düzenlenmesi için umut verici bir zemin hazırladı. Özellikle çocuklara ve gençlere yönelik içeriklerin artırılması, Kürtçe edebiyatın sunulması, akademik düzeyde tartışmaların yer alacağı panellerin düzenlenmesi gibi öneriler, gelecek organizasyonlar için yol gösterici olacak nitelikte.

Ergani Kitap Günleri, yalnızca kitapların değil, aynı zamanda fikirlerin, dillerin, kimliklerin ve hayallerin de buluştuğu bir platform oldu. İlk kez düzenlenen bu etkinlik, kültürel açılımların ne denli ihtiyaç duyulan ve yankı bulan bir alan olduğunu gösterdi. Kitabın ve edebiyatın sıcaklığı, dört gün boyunca ilçeyi sarıp sarmaladı.

Bu güzel başlangıcın büyüyerek devam etmesi dileğiyle... Ergani artık sadece tarihin değil, aynı zamanda edebiyatın ve düşüncenin de mekânı olma yolunda güçlü bir adım attı.

 

 

5.5.25

Sırrı Abi’ye Veda



                        "Sırrı Abi, bir cümleye hem direnişi hem gülümsemeyi sığdırabilen ender insanlardandı."

Nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemiyorum. Herkesin seninle ilgili bir güzel anısı var Sırrı Abi. Benim de seninle ilgili birçok anım var. Yaşamın boyunca anacağım unutamayacağım anılar. Herkesin bir tebessümü, bir gözyaşı, bir minnet borcu... Kolay mı, bir ömür boyunca hem yüreğiyle hem sözüyle hem esprisiyle hem direnişiyle böylesine iz bırakmak?

Bazı insanlar gölgeleriyle değil, ışıklarıyla yürürler bu dünyada. Sırrı Abi’de onlardan biriydi. Onunla aynı sofraya oturan, aynı meydanda slogan atan, aynı filmde gözyaşı döken herkesin yüreğinde bir yer etti. Çünkü o, sadece bir politikacı, bir sanatçı, bir yazar değildi; o, insan olmanın tüm yükünü ve onurunu omuzlarında taşıyan bir güzel insandı.

Kimi zaman bir mizah ustasıydı, kahkahalar arasında gerçeği söylerdi. Kimi zaman bir halk ozanı gibi konuşurdu, kelimeleriyle yaraları sarardı. En çok da acının içinden umudu yeşerten bir direnişçiydi. Tomaların, barikatların, yalanların karşısında bir çift sözle koskoca kaleleri sarsan bir yürek...

Ona dair anlatılan her anı, bir halkın hafızasında saklı kalacak. Çünkü o, dostuna güven veren, düşmanı tarafından bile saygı duyulan bir adamdı. Ne tarafını sattı ne sırtını döndü. Her daim mazlumun yanında, hakikatin ve barışın peşindeydi.

Şimdi biz ardında kalanlara düşen, onun bıraktığı yerden barışın mücadelesini sürdürmek. Mizahı umutla, siyaseti onurla, dostluğu sadakatle taşımak...

Çünkü her insanın seninle ilgili unutulmayacak bir güzel anısı var, Sırrı Abi

Ve bu dünyada her insanın senin gibi anılması, herkese nasip olmaz Sırrı Abi.

Yoldaşlarınla birlikte nur içinde uyu, Sırrı Abi.

 



3.5.25

Sosyolog Arslan Özdemir Kimdir?


                                                                  ChatGPT'ye sorduk Sosyolog Arslan Özdemir kimdir?

**Arslan Özdemir**, kendisini sıklıkla “sosyolog, eğitimci, yazar” olarak tanımlayan bir akademisyen ve aktivisttir. Üniversite yıllarında **sosyoloji** alanına ilgi duymuş ve henüz öğrenciyken ilk makalesini yazmıştır. İlerleyen yıllarda çeşitli **eğitim kurumlarında öğretmen ve eğitim uzmanı** olarak görev almış; örneğin GABB Eğitim Merkezi’nde sosyolog ve eğitim uzmanı olarak çalışmıştır. Aynı zamanda Diyarbakır İHD (İnsan Hakları Derneği) Şubesi yönetim kurulu üyeliği yapmış ve Çocuk Hakları Komisyonu Başkanlığı görevini yürütmüştür.

## Uzmanlık Alanları ve Çalışmaları

Özdemir’in çalışmaları ağırlıklı olarak **eğitim sosyolojisi, çocuk ve aile hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği, kültürel kimlik** ve **sosyal adalet** gibi konulara odaklanır. Özellikle Türkiye’de eğitim politikaları, **öğretmen atamaları**, özel okullar ve fırsat eşitliği sorunlarını sıkça ele alır.

Örneğin Bianet’te yayımlanan bir yazısında, Türkiye’nin kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi için genç nüfusun potansiyelini açığa çıkaracak, “çağın gereklerine uygun, uygulamaya dayalı ve üretim odaklı bir eğitim sistemi” kurulması gerektiğini vurgulamıştır.

Eğitim dışı toplumsal konularda da yazılar yazan Özdemir, Bianet’te **Mezopotamya mutfağı**, Ermeni-Kürt ilişkileri ve Newroz gibi kültürel temalara sosyolojik bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Ayrıca çocukların **cinsel istismarı** konusunda önemli çalışmalar yürütmüş; ANF haberine göre bu konudaki bir araştırması 2008 yılında İsviçre’deki bir kongrede sunulmuş ve “Nobel’e aday” gösterilmiştir.

### Eğitim ve Kalkınma

Eğitim sisteminin reformu, öğretmen atamalarında liyakat ve cinsiyet eşitliği gibi konulara dair analizler yapmıştır.

### Çocuk ve Aile Hakları

Çocuk hakları alanında aktif bir savunucudur. İHD Diyarbakır Şubesi Çocuk Hakları Komisyonu Başkanlığı görevinde bulunmuştur. Cinsel istismar ve aile içi ilişkiler üzerine akademik çalışmalar yapmış ve bu çalışmaları uluslararası platformlarda da paylaşmıştır.

### Kültürel Araştırmalar

Toplumsal belleğe katkı sağlayan **kültürel miras** ve **kimlik** konularına özel ilgi duymaktadır. Diyarbakır’ın mahalle kültürünün dönüşümü ve Ermeni-Kürt mutfak geleneği gibi konuları sosyolojik yöntemlerle incelemiştir.

## Yayımları ve Yayın Faaliyetleri

Özdemir, hem akademik hem de popüler düzeyde birçok eser üretmiştir:

### Kitaplar

* 2013: *Ortadoğu Rönesansı*

* 2014: *Belediyelerde Halkla İlişkiler*

* 2022: *Empatik Yazılar*

* 2023: *Nivîsên Empatîk, Ronesansa Rojhilata Navîn*

* 2025: *Xewnên Di Hundirê Min De* (Kürtçe şiirler, Sınırsız Yayınları)

### Gazete/Dergi Yazıları

Özdemir, sosyal medya ve internet medyasında da aktif bir yazardır.

Düzenli yazıları şu yayınlarda yer almıştır:

**Özgür Gündem, Yeni Yaşam, Bianet, Bianet Kurdî, Xwebûn, Noktahaberyorum.com, Hemhal**, ve **Amida Haber**.

Diyarbakır’ın eğitim ve toplumsal sorunlarına dair sıkça köşe yazıları ve analizler kaleme almıştır.

## Sosyolojiye Katkıları

Arslan Özdemir, **uygulamalı sosyoloji** alanındaki çalışmaları ve topluma dönük analizleriyle dikkat çeker. Eğitim sosyolojisi kapsamında, meslek lisesi ve politeknik eğitim ile kalkınma arasındaki ilişki üzerine yaptığı analizler, Türkiye’de eğitim politikalarının yeniden düşünülmesine katkı sağlar.

Toplumsal cinsiyet eşitliği ve çocuk hakları konularında yaptığı çalışmalar, Türkiye’de sosyal adalet tartışmalarına zemin hazırlamıştır. Özellikle çocukların korunması, aile içi iletişim ve istismar gibi konularda alternatif bakış açıları sunarak literatüre önemli katkılar sunmuştur. Ayrıca Diyarbakır’ın kültürel dokusunu inceleyen çalışmaları, bölge sosyolojisi açısından önemli bir kaynak niteliğindedir.

Özdemir’in çalışmaları, **eğitim politikalarının toplumsal etkileri** ve **doğuştan gelen haklar** üzerine toplumda farkındalık yaratmayı amaçlar.

## Görev Yaptığı Kurumlar ve Kamuoyundaki Yeri

Arslan Özdemir’in akademik veya kurumsal atamaları hakkında sınırlı bilgi bulunmakla birlikte, geçmişte Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve bazı özel eğitim kurumlarında çeşitli yöneticilik görevlerinde (örneğin eğitim koordinatörlüğü ve okul müdürlüğü) bulunduğu bilinmektedir.

En çok bilinen kurumsal görevi, **İHD Diyarbakır Şubesi** yönetim kurulu üyeliği ve Çocuk Hakları Komisyonu Başkanlığıdır.

Kamuoyunda hem bir eğitim savunucusu hem de **Kürt toplumsal hareketine yakın** bir entelektüel kimliğiyle tanınmaktadır. 2009–2013 yılları arasında **“KCK davası” kapsamında tutuklu yargılanmış**, daha sonra serbest bırakılmıştır. Bu süreçte yaptığı çocuk hakları araştırmalarının uluslararası alanda ilgi görmesi (örneğin bir kongrede “Nobel adaylığına layık görülmesi”), onun insan hakları çevrelerinde tanınmasına neden olmuştur.

Günümüzde, çeşitli medya platformlarında yazılarına devam eden Özdemir, özellikle eğitim, kültür ve toplumsal adalet konularında kamuoyuna görüş sunmayı sürdürmektedir.

## Kaynaklar

Bu metinde yer alan bilgiler şu güvenilir kaynaklara dayanmaktadır:

**Xwebûn, Noktahaberyorum.com, Yeni Yaşam, Hemhal, Bianet, Amida Haber, Başkent Gazetesi, İHD Diyarbakır Şubesi** ve akademik yayın arşivleri.

 

Türkiye’de Finlandiya Eğitim Modelinin Uygulanabilirliği Mümkün mü?

"Finlandiya, eğitime verdiği değerle dünyaya örnek olurken; Türkiye, kendi yolunu çizmek için aynı kararlılıkla harekete geçmelidir."

Eğitim, bir ülkenin geleceğini şekillendiren en kritik yatırımlardan biridir. Finlandiya’nın eğitim sistemi, eşitlik, erişilebilirlik ve öğrenci refahına odaklanan yapısıyla bu gerçeği açıkça ortaya koyuyor. Çocukların 7 yaşında okula başladığı, derslerin 45 dakika sürüp 15 dakika ara ile dengelendiği, okulun tamamen ücretsiz olduğu ve her öğrenciye tablet, kitap ve sağlıklı öğle yemeği sağlandığı bu sistem, Türkiye’de de hayal edilen bir model olabilir. Ancak, bu modelin Türkiye’de uygulanabilirliği, bir dizi yapısal, ekonomik ve kültürel engelle karşı karşıyadır. Peki, Türkiye’de böyle bir sistem mümkün mü? Eğer değilse, neden? Ve bu engeller nasıl aşılabilir?

Finlandiya Eğitim Modelinin Temel Özellikleri Finlandiya’nın eğitim sisteminin başarısı, birkaç temel prensibe dayanır:

Her çocuk, sosyoekonomik durumundan bağımsız olarak aynı kaliteli eğitime erişir. Okul, kitap, yemek ve teknolojik araçlar tamamen ücretsizdir.

Eğitim, çocuğun bireysel ihtiyaçlarına ve gelişimine odaklanır. Az ödev, kısa ders süreleri ve sık molalar, öğrenme sürecini destekler.

Öğretmenlik, Finlandiya’da prestijli bir meslek olup yüksek eğitim gerektirir. Öğretmenler, özgürce müfredatı uyarlayabilir ve desteklenir.

Eğitim, devlet tarafından tam finanse edilir ve özel okulların etkisi sınırlıdır.

Bu model, Finlandiya’nın ekonomik refahı, düşük nüfus yoğunluğu ve homojen sosyal yapısıyla da desteklenir. Türkiye’nin ise bu modeli uygulaması için mevcut koşulları değerlendirmek gerekir.

Türkiye’nin eğitim sistemi, son yıllarda bazı  reformlar yapmış gibi görünse de , Finlandiya modelinden oldukça farklı bir yapıda işliyor. Finlandiya modelinin Türkiye’de uygulanmasının önündeki başlıca engeller şunlardır:

Finlandiya, yüksek vergi oranları ve güçlü bir sosyal refah devletiyle eğitimi tam finanse edebiliyor. Türkiye’de ise bütçenin eğitime ayrılan payı, OECD ortalamasının altında. Ücretsiz tablet, yemek ve kitap sağlamak, milyonlarca öğrenci için büyük bir mali yük oluşturur. Örneğin, 2023 itibarıyla Türkiye’de yaklaşık 18 milyon öğrenci bulunuyor. Her öğrenciye tablet sağlamak ve sağlıklı yemek sunmak, mevcut ekonomik koşullarda ciddi bir yatırım gerektirir.

Finlandiya’nın 5,5 milyonluk nüfusu ve küçük coğrafyası, eğitim hizmetlerinin eşit dağıtımını kolaylaştırıyor. Türkiye ise 85 milyona yakın nüfusu ve geniş coğrafyasıyla, özellikle kırsal bölgelerde eğitim altyapısında eşitsizliklerle karşı karşıya. Büyük şehirlerdeki okullar ile doğu illerindeki okullar arasında altyapı, öğretmen kalitesi ve kaynak farkları mevcut.

Finlandiya’da öğretmenlik, en prestijli mesleklerden biridir ve öğretmenler yüksek lisans düzeyinde eğitim alır. Türkiye’de ise öğretmen maaşları düşük, meslek itibarı zayıf ve öğretmen yetiştirme süreçleri tartışmalı. Finlandiya modelinde öğretmenlere verilen müfredat özgürlüğü, Türkiye’deki merkeziyetçi eğitim sisteminde uygulanması zor bir unsur.

Finlandiya’nın homojen toplumu, eğitim politikalarının uygulanmasını kolaylaştırırken, Türkiye’nin çok kültürlü ve farklı sosyoekonomik katmanlara sahip yapısı, standart bir modelin her bölgeye uyarlanmasını zorlaştırıyor. Ayrıca, Türkiye’de özel okulların ve dershanelerin yaygınlığı, eğitimde eşitlik ilkesini zedeliyor.

Eğitim reformları, uzun vadeli planlama ve siyasi istikrar gerektirir. Türkiye’de ise sık değişen eğitim politikaları ve merkeziyetçi yönetim, köklü reformların hayata geçirilmesini zorlaştırıyor. Finlandiya modelinin başarısı, politik konsensüs ve uzun vadeli vizyona dayanıyor.

Tüm bu engellere rağmen, Türkiye’de Finlandiya modelinden ilham alan bir eğitim sistemi inşa etmek imkânsız değil, ancak kademeli ve stratejik adımlar gerektiriyor. İşte bazı öneriler:

Eğitime ayrılan bütçenin artırılması, ücretsiz yemek, tablet ve kitap gibi hizmetlerin yaygınlaştırılmasını sağlayabilir. Özel sektörle iş birliği, teknolojik altyapıyı güçlendirmek için bir çözüm olabilir.

Kırsal bölgelere daha fazla yatırım yapılarak okul altyapıları iyileştirilebilir. Mobil eğitim birimleri veya dijital eğitim platformları, uzak bölgelerdeki çocuklara erişimi artırabilir.

Öğretmen maaşlarının artırılması, mesleğin prestijinin yükseltilmesi ve öğretmen yetiştirme programlarının uluslararası standartlara uygun hale getirilmesi, eğitimin kalitesini artırır. Finlandiya’daki gibi öğretmenlere daha fazla özerklik tanınabilir.

Ders sürelerinin kısaltılması, müfredatın sadeleştirilmesi ve ödev yükünün azaltılması, öğrencilerin stresini azaltarak öğrenme motivasyonunu artırabilir. Ücretsiz öğle yemeği pilot projelerle başlatılabilir.

Eğitim reformlarının başarısı, toplumun desteğiyle mümkündür. Veliler, öğretmenler ve sivil toplum kuruluşları, eşitlikçi bir eğitim sistemi için ortak hareket etmelidir.

Finlandiya’nın eğitim sistemi, Türkiye için ilham verici bir model olsa da, bu sistemin birebir uygulanması mevcut koşullarda zor görünüyor. Ekonomik kısıtlamalar, nüfus yoğunluğu, bölgesel eşitsizlikler ve politik engeller, bu modelin önündeki başlıca bariyerler. Ancak, Finlandiya’dan alınacak derslerle, Türkiye kendi koşullarına uygun, eşitlikçi ve öğrenci odaklı bir eğitim sistemi inşa edebilir. Bunun için uzun vadeli bir vizyon, siyasi irade ve toplumsal iş birliği şart. Unutulmamalı ki, bir ülkenin eğitime yaptığı her yatırım, geleceğine yapılan bir yatırımdır. Eğitimli bir nesil, Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve adalet alanında daha güçlü bir konuma taşıyabilir.

2.5.25

Amedspor Bir Barcelona Olabilecek mi?


     "Amedspor, topun ötesinde bir kimlik; tıpkı Barcelona gibi, bir halkın yüreğinde atan bir semboldür."

Dünyadaki Kürt nüfusunun bulunduğu her ortamda, her 9 kişiden birinin Amedspor’u birinci veya ikinci takımı olarak desteklediği belirtiliyor. Diyarbakır’ın temsilcisi Amedspor, taraftarlarının maçlara olan ilgisiyle Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi Süper Lig devlerini geride bırakıyor. Bazı maçlarda taraftar talebi stadyum kapasitesini aşarken, Amedspor’un “Kürtlerin Barcelonası” olarak anılması, sadece saha içindeki potansiyeliyle değil, saha dışındaki toplumsal ve kültürel etkisiyle de dikkat çekiyor. Peki, Amedspor gerçekten Barcelona gibi küresel bir fenomen haline gelebilir mi? Bu soruyu, iki kulübün kimlik, taraftar kültürü, siyasi baskılar ve ekonomik durumları üzerinden değerlendirelim.

Amedspor ve FC Barcelona, futbolun ötesinde bir anlam taşıyan kulüpler olarak öne çıkıyor. Amedspor, Kürt halkının tarihî ve kültürel mirasını temsil ederken, Barcelona da Katalan kimliğinin İspanya’daki en güçlü sembollerinden biri. Her iki kulüp, taraftarlarının aidiyet duygusu ve direniş ruhuyla şekilleniyor. Amedspor’un maçları, Kürt kimliğinin ifade edildiği bir platform haline gelmiş; Kürtçe tezahüratlar, Kürt renkleri ve “Amed” isminin benimsenmesi, kulübün yalnızca bir futbol takımı olmadığını gösteriyor. Benzer şekilde, Barcelona’nın “Més que un club” (Bir kulüpten daha fazlası) mottosu, Katalan halkının kültürel ve siyasi mücadelesini yansıtıyor. Camp Nou, Franco döneminde Katalanca’nın yasaklandığı bir ortamda Katalan kimliğinin korunduğu bir alan olmuş; bugün de bağımsızlık hareketinin sembolü olarak görülüyor.

Ancak, Amedspor’un Barcelona’ya benzer bir konuma ulaşması için bu ortak kimlik duygusunun uluslararası bir platforma taşınması gerekiyor. Barcelona, Katalan kimliğini küresel çapta tanıtmış bir marka. Amedspor ise henüz bölgesel bir çerçeveyle sınırlı. Ulusal ve uluslararası medyanın ilgisizliği, Amedspor’un bu yolda karşılaştığı en büyük engellerden biri.

Amedspor taraftarları, Kürt kimliğini tribünlerde cesurca ifade eden bir topluluk. Maçlarda Kürtçe sloganlar, pankartlar ve “Amed” vurgusu, taraftarların kulübe yüklediği anlamı ortaya koyuyor. Ancak bu durum, Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) tarafından verilen cezalar, deplasman yasakları ve güvenlik gerekçesiyle taraftarların maçlara alınmaması gibi baskılarla karşı karşıya kalıyor. Bu engeller, Amedspor’u bir spor kulübünden ziyade bir kimlik mücadelesinin parçası haline getiriyor.

Barcelona taraftarları da “Boixos Nois” ve “Grup 14” gibi gruplarla Katalan bağımsızlık mücadelesini tribünlere taşıyor. Katalan bayrakları, bağımsızlık sloganları ve kulübün zaman zaman siyasi mesajları, Barcelona’yı bir spor organizasyonunun ötesine taşıyor. Ancak, Barcelona’nın uluslararası tanınırlığı ve İspanya’daki görece özgür ortam, bu ifadelerin küresel bir yankı bulmasını sağlıyor. Amedspor’un taraftarları ise daha sert baskılarla mücadele ediyor. Bu noktada, Amedspor’un Barcelona gibi bir sembol haline gelmesi, Türkiye’deki siyasi ve sosyal koşulların değişimine bağlı görünüyor.

Amedspor, Türkiye’de Kürt kimliğiyle özdeşleştiği için resmi otoritelerle sıkça karşı karşıya geliyor. Kulübün isminin değişim süreci, TFF’nin cezaları, deplasman maçlarında yaşanan olaylar ve taraftarlara uygulanan kısıtlamalar, Amedspor’un siyaset dışı kalmasını zorlaştırıyor. Bu baskılar, kulübün büyümesini ve ulusal/uluslararası alanda tanınmasını engelliyor.

Barcelona ise Katalan bağımsızlık hareketiyle bağlantılı olduğu için Madrid yönetimiyle zaman zaman gerilim yaşıyor. Özellikle 2017’deki Katalonya bağımsızlık referandumu sırasında kulübün tutumu tartışma konusu olmuştu. Ancak, Barcelona’nın küresel marka değeri ve uluslararası desteği, ona bir koruma kalkanı sağlıyor. Amedspor’un bu tür bir korumadan yoksun olması, onun Barcelona gibi bir konuma ulaşmasını zorlaştırıyor.

Barcelona, sponsorluk anlaşmaları, medya gücü ve ekonomik büyüklüğüyle dünyanın en büyük kulüplerinden biri. FIFA ve UEFA’daki saygın konumu, küresel taraftar kitlesi ve finansal sürdürülebilirliği, Barcelona’yı bir spor devinden kültürel bir ikona dönüştürüyor. Amedspor ise Türkiye’nin 1. liginde mücadele eden, sponsor bulmakta zorlanan ve ekonomik sıkıntılar çeken bir kulüp. Ulusal medyanın ilgisizliği ve finansal kısıtlamalar, Amedspor’un görünürlüğünü ve büyüme potansiyelini sınırlıyor.

Amedspor’un Barcelona gibi bir küresel marka olabilmesi için ekonomik anlamda ciddi bir sıçrama yapması gerekiyor. Bu, güçlü sponsorluklar, uluslararası medya ilgisi ve üst liglerde sürdürülebilir başarılar gerektiriyor. Ancak, mevcut siyasi ve ekonomik koşullar altında bu hedef oldukça zor görünüyor.

Amedspor, taraftarlarının tutkusu, kimlik temelli aidiyet duygusu ve bölgesel etkisiyle “Kürtlerin Barcelonası” olma yolunda önemli bir potansiyele sahip. Ancak, Barcelona’nın küresel bir marka haline gelmesi, yıllar süren sportif başarılar, ekonomik büyüme ve uluslararası tanınırlıkla mümkün oldu. Amedspor’un bu seviyeye ulaşması için öncelikle Türkiye’deki siyasi baskıların azalması, kulübün ekonomik olarak desteklenmesi ve ulusal/uluslararası medyada daha fazla yer bulması gerekiyor.

Amedspor’un Barcelona olabilmesi, sadece saha içindeki başarılara değil, aynı zamanda saha dışındaki toplumsal, siyasi ve ekonomik koşullara bağlı. Bugün Amedspor, Kürt halkı için birleştirici bir güç ve kimlik sembolü olarak zaten “bir kulüpten daha fazlası”. Ancak, Barcelona’nın küresel çaptaki konumuna ulaşması, uzun vadeli bir mücadele ve köklü değişimler gerektiriyor. Amedspor’un bu yolda attığı adımlar, sadece futbol değil, toplumsal bir direniş öyküsü olarak da tarihe not düşüyor.