"Barış, hakikatin tanındığı yerde
filizlenir; inkârın gölgesinde ise yalnızca kin büyür."
Barış,
yalnızca silahların susması değil; bir toplumun kendisiyle yüzleşmesi, tarihsel
adaletsizlikleri tanıması ve çok kimlikli bir ortak yaşamı kabul etmesidir.
Ancak Türkiye gibi etnik çeşitliliğin yüksek ve tekçi ulus-devlet anlayışının
hâkim olduğu toplumlarda, barış süreci bu nedenlerle sadece bir politik karar
değil, aynı zamanda bir zihniyet devrimi anlamına gelir. Bu yüzden barış
çağrılarının yapıldığı her dönemde, toplumun bazı kesimlerinden bariz bir
huzursuzluk yükselir.
Türkiye’de
Kürt meselesiyle ilgili barış süreçleri yalnızca siyasi aktörler arasında
değil, toplumun ruhsal, kültürel ve sınıfsal katmanlarında da gerilim yaratır.
Bu gerilimin önemli bir kısmı, devletin kuruluşundan itibaren yerleştirilen tek
ulus, tek kimlik, tek dil paradigmasının hâlâ çok güçlü olmasından kaynaklanır.
Pierre
Bourdieu’nün “sembolik şiddet” kavramı burada oldukça açıklayıcıdır.
Bourdieu’ye göre sembolik şiddet, egemen kültürün, alt kültürleri ‘doğal olarak
değersiz’ gösterdiği, bunu eğitim, dil, hukuk gibi mekanizmalarla
içselleştirdiği bir süreçtir (Bourdieu, 1984). Türkiye’de eğitim sistemi, medya
ve bürokrasi yıllar boyunca Kürt kimliğini ya yok saymış ya da “sorun” olarak
kodlamıştır. Bu yapı içerisinde büyüyen bireyler, “barış” kavramını bile
“bölünme”, “zayıflık” ve “ülkeye ihanet” olarak yorumlayabilmektedir.
Barış sürecine
karşı çıkanların bir kısmı kendisini modern, laik ve ilerici olarak tanımlasa
da, Kürt meselesi söz konusu olduğunda bu kesimlerin ciddi bir kimlik
bunalımına girdiği gözlemlenir. “Kürt” dememek için türlü kıvırtmalar, “Doğu ve
Güneydoğu” tabirleri, “terörle mücadele” kavramının arkasına saklanarak barış
karşıtı pozisyon alma gibi davranış biçimleri, aslında bilinçaltında
bastırılmış bir kimlik korkusunun dışavurumudur.
Bu durumun
açıklanmasında Edward Said’in Oryantalizm kavramı da kullanılabilir. Said'e
göre oryantalizm, Batı’nın Doğu’yu hem yabancılaştırması hem de onun üzerinde
tahakküm kurmasıdır (Said, 1978). Türkiye özelinde bu, Türk elitlerinin
Kürtleri “geri”, “aşiretçi”, “tehlikeli” ya da “kontrol edilmesi gereken bir
halk” olarak görmesinde kendini gösterir. Modern Türk aydını, Kürt halkıyla
eşit bir toplumsallığı tahayyül etmekte zorlanır çünkü o eşitlik, kendi
ideolojik üstünlüğünü sarsacaktır.
Antonio
Gramsci ‘nin “hegemonya” kavramı, egemen sınıfın toplumsal rızayı zorla değil,
ideolojik aygıtlarla ürettiğini öne sürer (Gramsci, 1971). Türkiye’de Kürt
sorunu karşısındaki resmi duruş, sadece devletin değil, onun kültürel
temsilcilerinin de rıza üretiminde nasıl etkin olduğunu gösterir. Medyada çıkan
haberlerden akademideki tez konularına, dizilerdeki karakter tasvirlerinden
ders kitaplarındaki tarih anlatısına kadar her şey, Kürt kimliğini ya görünmez
kılar ya da kriminalize eder.
Barış süreci
ise bu hegemonik düzenin sorgulanması anlamına gelir. Dolayısıyla yalnızca
güvenlik politikalarının değil; Türk kimliğini “merkez”e yerleştiren kültürel
anlatıların da çökmesi gerekir. Bu, hegemonik konumda olan kesimlerin, yani
“devletin doğal uzantısı” gibi davranan aydınların da ciddi bir kimlik krizi
yaşamasına neden olur.
Norveçli barış
araştırmacısı Johan Galtung’un kavramsallaştırdığı “pozitif barış”, yalnızca
savaşsızlık hâli değil, aynı zamanda yapısal eşitsizliklerin ortadan kalktığı,
adaletin ve hakların güvence altına alındığı bir toplumsal düzeni ifade eder
(Galtung, 1969). Türkiye’de ise barış süreci genellikle sadece “silahların
susması” olarak görülür. Oysa gerçek barış, Kürtlerin kimliğinin tanınması,
kültürel hakların güvence altına alınması, anadilinde eğitimin sağlanması ve
siyasal temsiliyetlerinin kabulüyle mümkündür.
Bu koşullar
oluşmadan barış sağlanmış sayılmaz. Bu nedenle barış karşıtı çevrelerin “ama
herkes eşit zaten” söylemi, bir tür inkâr stratejisidir. Zira eşitlik, yasal
metinlerde yazmakla değil; pratiğe yansıyan adaletle sağlanır.
Tarihsel
deneyimler, savaşın hiçbir tarafına kazanç sağlamadığını defalarca
kanıtlamıştır. Irak, Suriye, Yugoslavya örnekleri, kimlik temelli çatışmaların
nelere yol açabileceğini gösteren acı tablolardır. Türkiye’nin son 40 yılında
yaşanan çatışmalı ortam, on binlerce insanın hayatına, milyonlarca çocuğun
geleceğine mal olmuştur.
Ekonomik
kayıplar da cabasıdır. Örneğin 2000’li yıllarda yapılan bir araştırma,
Türkiye’nin yalnızca Kürt meselesi nedeniyle yılda ortalama 40-50 milyar dolar
kaybettiğini ortaya koymuştur (Yalçın, 2010). Oysa bu kaynaklar, eğitim,
sağlık, altyapı, sosyal hizmetler gibi barışçıl alanlara harcansaydı, bugün çok
daha farklı bir toplumsal refah seviyesine ulaşmak mümkün olabilirdi.
Barış,
yalnızca siyasal elitlerin değil; her bireyin katkı sunması gereken kolektif
bir projedir. Bu ülkede yaşayan her halktan insan, gelecekte çocuklarının daha
güvenli, daha eşit, daha demokratik bir toplumda yaşamasını istiyorsa, barışı
sadece desteklemekle yetinmemeli, aynı zamanda ona direnen zihniyetle de
mücadele etmelidir.
Barışa
direnenlere karşı verilecek en güçlü cevap; bir halkın kimliğini tanımanın
ihanet değil, insanlık onuru olduğunu yüksek sesle haykırmak ve bu sürecin
sadece bir “çözüm” değil, bir ortak gelecek inşası olduğunu anlatmaktır.
Barışa
direnenlerin kimliksel korkuları, ideolojik körlükleri ve hegemonik
pozisyonlarını kaybetme endişeleri, Türkiye’de kalıcı barışın önündeki en büyük
engellerden biridir. Ancak bu engel, aşılmaz değildir. Toplumlar değişir,
dönüşür. Barışın toplumsallaşması, yani sadece Kürtler değil, Türkler,
Aleviler, Ermeniler, Süryaniler gibi tüm kimliklerin eşit ve onurlu bir biçimde
yaşadığı bir düzenin kurulması, bugün her zamankinden daha mümkündür. Bunun
yolu ise barışın yalnızca bir siyaset değil, aynı zamanda bir toplumsal vicdan
ve ahlak meselesi olduğunun farkına varmaktan geçmektedir.
Kaynakça:
1-Bourdieu, P.
(1984). Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi. Harvard Üniversitesi
Yayınları.
2-Galtung, J.
(1969). Şiddet, Barış ve Barış Araştırması. Barış Araştırmaları Dergisi, 6(3),
167–191.
3-Gramsci, A.
(1971). Hapishane Defterlerinden Seçmeler. Lawrence ve Wishart.
4-Said, E.
(1978). Oryantalizm. Pantheon Kitapları.
5-Yalçın, M.
(2010). “Kürt Sorunu ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Yükü.” Ekonomi ve Strateji
Araştırmaları Dergisi, 6(1), 45–62.