Bu Blogda Ara

30.6.25

Gençler Tehlikede: Çözüm Toplumsal Dayanışma

"Gençliğini yitiren toplum, geleceğini de yitirir; uyuşturucuyla mücadele, bir nesli kurtarma savaşıdır."

Türkiye'de her 10 gençten biri uyuşturucuya yönelmiş durumda. Özellikle Diyarbakır gibi sosyoekonomik eşitsizliklerin daha derin hissedildiği şehirlerde bu oran daha da ürkütücü boyutlara ulaşıyor. Uyuşturucu, artık sadece bireysel bir tercih ya da güvenlik sorunu değil; toplumu derinden sarsan, gençliği hedef alan bir toplumsal krize dönüşmüş durumda. Bu nedenle, uyuşturucuyla mücadele yalnızca polisiye yöntemlerle değil, bütüncül ve sosyolojik bir perspektifle ele alınmalıdır.

Bu mücadele için alınması gereken toplumsal ve yapısal önlemler şunlardır:

Uyuşturucuya yönelimin temel sebeplerinden biri, işsizlik, geleceksizlik ve sosyal dışlanmadır. Özellikle gençler arasında "umutsuzluk" duygusu, bağımlılığı besleyen en güçlü etkendir.

Öneriler:

Gençlere yönelik istihdam, meslek eğitimi ve mikro girişimcilik destekleri yaygınlaştırılmalıdır.

Dezavantajlı mahallelerde sosyal kalkınma odaklı pilot projeler hayata geçirilmelidir.

Devlet, sadece yardımla değil, onurla yaşanabilecek ekonomik modeller geliştirmelidir.

Başarısızlık, dışlanma ve anlam arayışı içinde kalan gençler, eğitim sistemine yabancılaştıkça daha kırılgan hale gelmektedir.

Öneriler:

Her okula en az bir psikolojik danışman ve bir sosyolog atanmalıdır.

Anadilde eğitim desteklenmeli, çok dilli bölgelerde dil engeli eğitime katılımı baltalamamalıdır.

Rehberlik hizmetleri sınav odaklı değil, yaşam odaklı bir perspektifle yeniden yapılandırılmalıdır.

Bir zamanlar çocukların, gençlerin “gözetildiği” mahalleler, şimdi sessizce çözülüyor. Mahalledeki toplumsal bağların zayıflaması, gençlerin yalnızlaşmasına ve riskli gruplara kaymasına zemin hazırlıyor.

Öneriler:

Her mahallede gençlik merkezleri, sanat ve spor atölyeleri kurulmalı.

Muhtarlar, öğretmenler, imamlar ve sivil toplum temsilcileri ortak mahalle komisyonlarında buluşturulmalıdır.

Uyuşturucuyla mücadelede "toplum polisinin" yerini gerçek anlamda "toplumun kendisi" almalıdır.

Birçok aile uyuşturucu tehdidini fark edememekte ya da başa çıkacak gücü kendinde bulamamaktadır.

Öneriler:

Ailelere yönelik bilinçlendirme seminerleri ve psikososyal destek programları düzenlenmelidir.

 

Sosyal hizmet uzmanları, aile içi ilgisizlik ve şiddeti önleyici ev ziyaretlerini artırmalıdır.

Bağımlı gençlerin ailelerine rehabilitasyon süreçlerinde aktif danışmanlık verilmelidir.

Bağımlı bireylerin etiketlenmesi, onları daha derin bir yalnızlığa ve bağımlılığa iter. Oysa topluma yeniden kazandırma mümkün ve gereklidir.

Öneriler:

Rehabilitasyon sonrası gençlerin yeniden eğitime ve istihdama katılımı sağlanmalıdır.

Önyargıyla mücadele eden kamu spotları, belgeseller ve yerel kampanyalar yaygınlaştırılmalıdır.

Ceza değil, tedavi odaklı sosyal yaklaşımlar öncelenmelidir.

Uyuşturucuya özenen içerikler sosyal medyada "özgürlük" adı altında dolaşıma sokulmaktadır. Bu durum özellikle ergen yaş grubu için ciddi bir risk teşkil eder.

Öneriler:

Dijital platformlarda içerik denetimi ve filtreleme sistemleri etkinleştirilmelidir.

Gençlere hitap eden, pozitif yaşam hikâyeleri ve rol modeller ön plana çıkarılmalıdır.

Sosyal medya üzerinden yürütülecek karşı kampanyalar, bilinç oluşturmalı ve mücadeleye gençleri de dahil etmelidir.

Uyuşturucuyla mücadele, yerel dinamikler dikkate alınmadan yürütüldüğünde kalıcı başarı sağlanamaz.

Öneriler:

Diyarbakır gibi illerde sivil toplum kuruluşları desteklenmeli, gençlik alanında faaliyet yürüten STK’lara fon sağlanmalıdır.

Belediyeler mahalle bazlı gençlik meclisleri kurarak gençleri karar süreçlerine dahil etmelidir.

Yerel yönetimler, eğlence ve kültür politikalarını ticari değil, toplumsal fayda gözeterek inşa etmelidir.

Kimliğinden uzaklaştırılan, dili yasaklanan ya da kültürü görmezden gelinen gençlerin yaşadığı travma, bazen uyuşturucuya sığınmayla sonuçlanmaktadır.

Öneriler:

Anadil ve kültürel kimliklerin tanınması, sadece bir hak değil aynı zamanda koruyucu bir önlemdir.

Yerel kültür festivalleri, dengbêj dinletileri, tiyatro grupları gibi etkinlikler yaygınlaştırılmalıdır.

Gençlerin aidiyet duygusu, uyuşturucudan daha güçlü bir bağ kurar. Bu duygu inşa edilmeden hiçbir önlem kalıcı olamaz.

Uyuşturucuyla mücadele yalnızca güvenlik önlemleriyle sınırlı kaldığında, sorunun kökleri daha da derinleşir. Oysa gençleri suça sürükleyen yapısal eşitsizlikler, kültürel baskılar ve sosyal dışlanmalar çözülmeden, gerçek bir dönüşüm sağlanamaz. Diyarbakır gibi kentlerde bu mücadele, sadece devletin değil, tüm toplumun omuz vermesi gereken kolektif bir sorumluluktur.

Gençlerimizi kaybetmemek için onlara kulak vermeli, umut vermeli ve onları dışlamak yerine topluma yeniden kazandıracak yolları açmalıyız.

 

 

29.6.25

Eğitime İdeolojik Değil, Pedagojik Yaklaşmak: Türk Eğitim Sisteminin Dönüşüm İhtiyacı

"Eğitim, zihinleri zincirleyen bir ideoloji değil, özgürleştiren bir bilim olmalıdır."

Eğitim, bir toplumun geleceğini şekillendiren en temel unsurlardan biridir. Ancak bu süreç, genellikle salt bilgi aktarımı olarak değil, aynı zamanda bireylerin düşünce yapısını, değerlerini ve dünya görüşünü etkileyen bir araç olarak da görülür. Türkiye’de eğitim sistemi, kuruluşundan bu yana farklı dönemlerde ideolojik yaklaşımların gölgesinde şekillenmiş ve bu durum, pedagojik esasların ikinci planda kalmasına neden olmuştur. Oysa eğitim, ideolojik bir mücadele alanı olmaktan ziyade, bireyin bilişsel, duygusal ve sosyal gelişimini merkeze alan pedagojik bir süreç olarak ele alınmalıdır.

Türkiye’de eğitim sisteminin ideolojik bir araç olarak kullanılması, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanır. Yeni bir ulus-devlet inşa etme hedefiyle, eğitim politikaları genellikle belirli bir ideolojik çerçeveyi topluma benimsetme amacı taşımıştır. Tek parti döneminde, Kemalizm’in temel ilkeleri eğitim müfredatına hâkim olmuş; sonraki yıllarda ise farklı siyasi iktidarlar, kendi dünya görüşlerini eğitim sistemine entegre etmeye çalışmıştır. 1980 darbesi sonrası müfredatta yer alan milliyetçi ve muhafazakâr vurgular, 2000’li yıllarda ise dinî unsurların daha fazla ön plana çıkması, bu ideolojik dalgalanmaların örneklerindendir.

Bu süreçte, eğitim sisteminin temel amacı olan bireyin potansiyelini ortaya çıkarma hedefi, çoğu zaman arka planda kalmıştır. Ders kitaplarındaki içeriklerin siyasi konjonktüre göre şekillenmesi, öğretmenlerin yetiştirilme süreçlerinde ideolojik önceliklerin öne çıkması ve sınav sistemlerinin bireyi değil, sistemi merkeze alması, Türk eğitim sisteminin pedagojik esaslardan uzaklaştığını göstermektedir.

Pedagoji, bireyin öğrenme sürecini bilimsel ve sistematik bir şekilde ele alır. Bu yaklaşım, öğrencinin yaşına, ilgi alanlarına, bilişsel kapasitesine ve toplumsal ihtiyaçlarına göre eğitimi şekillendirmeyi hedefler. İdeolojik bir yaklaşım ise eğitimi bir “doğrulama” aracı olarak görür; belirli bir düşünceyi empoze etmeye çalışır ve eleştirel düşünceyi değil, itaati teşvik eder. Oysa modern dünyada başarılı eğitim sistemleri, Finlandiya örneğinde olduğu gibi, bireysel gelişimi ve yaratıcılığı merkeze alan pedagojik modellere dayanır.

Pedagojik bir eğitim sistemi, ideolojik dayatmalardan arınmış bir müfredat, öğretmenlerin özgürce ders işleyebileceği bir ortam ve öğrencilerin sorgulama yeteneğini geliştiren yöntemler gerektirir. Bu, yalnızca akademik başarıyı değil, aynı zamanda demokratik bir toplumun temel taşları olan eleştirel düşünce ve empati gibi değerleri de güçlendirir.

Türk eğitim sisteminin ideolojik etkilerden arınarak pedagojik bir çerçeveye kavuşması için bazı adımlar atılabilir:

Siyasi iktidarların müfredat üzerindeki etkisini azaltmak için, eğitim uzmanları, pedagoglar ve akademisyenlerden oluşan bağımsız bir komisyon oluşturulabilir.

Öğretmenler, ideolojik bir misyonun taşıyıcısı olmaktan ziyade, pedagojik yöntemlerle donatılmış profesyoneller olarak yetiştirilmelidir.

Eğitim sistemi, sınav odaklı bir yapının ötesine geçerek öğrencilerin bireysel yeteneklerini keşfetmelerine olanak tanımalıdır.

Ders içerikleri, tek bir doğruyu dayatmak yerine, farklı perspektifleri tartışmaya açan bir yaklaşımla tasarlanmalıdır.

Türk eğitim sistemi, yıllardır ideolojik yaklaşımların etkisi altında kalmış ve bu durum, eğitimin asıl amacı olan bireysel ve toplumsal gelişimi gölgelemiştir. Eğitime pedagojik bir perspektiften yaklaşmak, yalnızca daha nitelikli bireyler yetiştirmekle kalmaz, aynı zamanda Türkiye’yi daha demokratik, yaratıcı ve üretken bir toplum haline getirebilir. Bu dönüşüm, uzun vadeli bir vizyon ve siyasi iradenin ötesinde bir ortak akıl gerektirir. Eğitim, bir ideolojinin değil, insanlığın hizmetinde olmalıdır.

 

27.6.25

Diyarbakır’da Derinleşen Toplumsal Sorunlar

“Diyarbakır’ın çocukları uyuşturucuyla değil, umutla büyümeliydi.”

Diyarbakır, tarih boyunca Mezopotamya'nın en önemli kültür ve medeniyet merkezlerinden biri olmuş, zengin tarihi ve çok katmanlı sosyal yapısıyla dikkat çeken bir kenttir. Ancak uzun yıllardır süren politik istikrarsızlık, güvenlik merkezli yaklaşımlar ve kalkınma politikalarındaki eşitsizlik, kentte kronikleşen birçok sosyal sorunu da beraberinde getirmiştir. Son dönem anket verilerine göre Diyarbakır halkının en çok şikayet ettiği sorunlar arasında uyuşturucu kullanımı (%38,3), işsizlik (%26,1), konut problemi (%19,8) ve ulaşım yetersizliği (%15,8) öne çıkmaktadır. Bu çalışma, söz konusu sorunları sosyolojik perspektifle değerlendirerek yapısal nedenleri ve çözüm yolları üzerine odaklanmaktadır.

Diyarbakır'da uyuşturucu kullanımının toplum tarafından en büyük sorun olarak görülmesi, yalnızca bireysel davranışlar değil, geniş yapısal çöküşlerin bir işaretidir. Özellikle 1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göç dalgaları sonrası kentteki demografik yapı hızla değişmiş, yoksulluk oranı artmış ve kent çeperinde sosyoekonomik açıdan kırılgan mahalleler oluşmuştur. Bu mahallelerde sosyal denetimin zayıflaması, eğitim olanaklarının kısıtlılığı ve genç işsizliğinin yaygınlığı, madde bağımlılığına uygun bir zemin yaratmıştır.

Sosyolog Emile Durkheim’in “Anomi” kavramı, bu durumu açıklamak için işlevseldir. Toplumsal normların zayıfladığı, bireyin kendisini toplumla ilişkili hissedemediği durumlarda sapma davranışları artar. Diyarbakır’da özellikle gençlerin eğitim ve istihdam olanaklarından uzak kalması, aidiyet duygusunun zedelenmesi ve kimlik boşluğu içinde kalmaları, madde kullanımını artıran temel faktörler arasındadır.

İşsizlik, Türkiye genelinde ciddi bir sorun olmakla birlikte Diyarbakır gibi Kürt nüfusun yoğun yaşadığı kentlerde çok daha yakıcı boyutlara ulaşmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde genç işsizliğinin ülke ortalamasının üzerinde olduğunu göstermektedir. Bu tablo, hem özel sektör yatırımlarının yetersizliğiyle hem de merkezi yönetimin bölgeye yönelik geliştirdiği politikaların kapsayıcı olmamasıyla ilişkilidir.

Pierre Bourdieu'nun "sosyal sermaye" kavramı bu noktada önemlidir. Diyarbakır'daki gençlerin büyük bir bölümü iş bulmak için gerekli ağlara (network) ve sembolik sermayeye (diploma, referans, deneyim) sahip değildir (Bourdieu, 1986). Bu da onları kalıcı işsizlik, geçici ve güvencesiz işler, ya da göç gibi yollarla çözüm aramaya iter. İşsizliğin yaygın olduğu yerlerde ise toplumsal güven azalır, umutsuzluk ve şiddet eğilimi artar.

Konut sorunu, Diyarbakır gibi hızlı göç alan kentlerde yapısal bir hal almıştır. Devletin sosyal konut politikalarının yetersiz kalması, özel sektörün yalnızca orta ve üst sınıfa hitap eden projeler üretmesi, düşük gelirli vatandaşları sağlıksız, güvencesiz ve çarpık yapılaşmış alanlara itmiştir. Bu durum mekânsal adaletsizlik doğurmuş; kentsel hizmetlere erişim açısından ciddi bir eşitsizlik yaratmıştır.

David Harvey'nin "kent hakkı" kavramı, bireyin yaşadığı şehirde barınma, ulaşım, yeşil alan ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlara eşit erişim hakkını savunur. Diyarbakır’da özellikle Sur, Bağlar ve Kayapınar gibi ilçelerde görülen konut sorunları, bu hakkın ihlal edildiğini ve mekânsal ayrışmanın derinleştiğini göstermektedir.

Ulaşım, bir bireyin kentle kurduğu fiziksel ve sembolik bağın temelidir. Ancak Diyarbakır’da şehir içi ulaşım ağı hem yetersiz hem de düzensizdir. Toplu taşıma sayısının azlığı, belli saatlerde aşırı yoğunluk yaşanması ve kent çeperine ulaşımın zor olması, özellikle öğrenciler, kadınlar, yaşlılar ve engelliler için ciddi bir dezavantaj yaratmaktadır.

Bu durum, Henri Lefebvre’in "mekânın üretimi" yaklaşımıyla açıklanabilir. Kentteki mekânlar, sınıfsal ve politik güç ilişkileri üzerinden biçimlenir. Ulaşım imkânları yetersiz olan bölgelerde yaşayan insanlar, kentin merkezindeki fırsatlara (eğitim, kültür, istihdam) erişemedikçe kentle bağları kopmakta ve "kentli" kimliklerini kurmakta zorlanmaktadırlar.

Diyarbakır’da halkın en çok şikâyetçi olduğu bu dört sorun (uyuşturucu, işsizlik, konut ve ulaşım), bireysel tercihlerden ziyade yapısal koşullarla şekillenmektedir. Bu sorunların çözümü için öneriler şunlardır:

Uyuşturucu ile mücadele, yalnızca kolluk kuvvetleriyle değil, eğitim, istihdam ve psikososyal destek temelli bütüncül programlarla yürütülmelidir.

İstihdam politikaları, yerel kalkınma eksenli olmalı; gençlere ve kadınlara yönelik meslek edindirme programları artırılmalıdır.

Konut politikalarında, sosyal konut projeleri genişletilmeli; alt gelir gruplarına yönelik kira desteği ve barınma garantisi sağlanmalıdır.

Ulaşım sistemleri, kent içi entegrasyonu güçlendirecek şekilde yeniden planlanmalı; çevre dostu, erişilebilir ve sık seferli toplu taşıma projeleri hayata geçirilmelidir.

Toplumsal sorunların çözümü için sadece teknik müdahaleler yeterli değildir; aynı zamanda kent sakinlerinin karar alma süreçlerine katılımını sağlayacak demokratik ve şeffaf bir yönetim anlayışına ihtiyaç vardır.

 

25.6.25

Sessizliğin Meşrulaştırdığı Suç: Talat Paşa ve Kolektif Hafızanın Bozulması

"Bir halkın acısını inkâr etmek, sadece geçmişi değil, insanlığı da inkâr etmektir."

Toplumsal hafıza, sadece geçmişin anılarını değil, aynı zamanda bir toplumun bugünkü değer yargılarını da yansıtır. Bu hafıza, bazen geçmişteki travmaların üstünü örtmek ya da onları meşrulaştırmak için seçici bir şekilde şekillendirilir. Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde İçişleri Bakanı ve ardından Sadrazam olarak görev yapmış Talat Paşa, bu bağlamda en tartışmalı figürlerden biridir. 1915 yılında yürürlüğe konan Tehcir Kanunu’nun uygulayıcısı olarak, milyonlarca Ermeni’nin sürgün edilmesi ve büyük kısmının hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan sürecin sorumlularından biri kabul edilir. Buna rağmen, Talat Paşa'nın Türkiye'de hâlâ "devlet adamı", "vatansever" ya da "büyük lider" gibi unvanlarla anılması, suçun idealleştirilmesinin toplumsal bir boyuta ulaştığını göstermektedir.

Modern Türkiye'nin kuruluş sürecinde yer alan figürler çoğu zaman sadece birer tarihsel aktör değil, aynı zamanda kolektif kimliğin simgeleri hâline getirilmiştir. Talat Paşa da bu simgelerden biridir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en güçlü isimlerinden biri olan Talat Paşa, Osmanlı'nın çöküş sürecinde merkeziyetçi ve Türkçü politikaların savunucusuydu.

Ancak bu politikaların bir yönü, imparatorluk içinde yaşayan Ermeni, Rum, Süryani gibi gayrimüslim toplulukların yok edilmesine veya zorla asimilasyonuna dayanmaktaydı. Sosyolog Zygmunt Bauman, Modernliğin ve Holocaust’un kitabında, bürokratik modernleşmenin nasıl sistematik şiddet üretimine yol açabileceğini gösterir. Bu çerçeveden bakıldığında Talat Paşa'nın icraatları, sadece politik kararlar değil, aynı zamanda modern devlet aygıtının soğukkanlı şiddetiyle örülmüş bir mühendisliktir.

Talat Paşa’yı savunanların büyük kısmı, onu “zor bir dönemde devleti ayakta tutmaya çalışan vatansever bir lider” olarak tanıtır. Bu savunular, sadece tarihsel çarpıtmalar değil, aynı zamanda bugünün ulus-devlet ideolojisinin bir yeniden üretimidir. Pierre Bourdieu’ya göre, egemen ideolojiler, çoğunlukla doğal ve değişmezmiş gibi sunulan tarih anlatılarıyla pekiştirilir. Talat Paşa’nın savunusu da bu bağlamda, Türk milliyetçiliğinin kutsal kurucu figürleri arasında yer bulması içindir.

Bu savunuların temelinde şu stratejiler yer alır:

1915 olaylarının bir soykırım değil, savaş şartlarında alınmış zorunlu bir tedbir olduğunu savunmak.

 “Devletin bekası” gibi kutsal kavramlarla tehcir politikalarını haklı göstermek.

Ermenilerin isyan ettiğini, Ruslarla iş birliği yaptığını öne sürerek katliamı mazur göstermek.

Bu stratejiler, suçun sorumluluğunu görünmez kılarken, aynı zamanda toplumun büyük kısmını sessizliğe ya da pasif kabule iter.

Alman sosyolog Aleida Assmann, kolektif hafızanın bir "unutma ve hatırlama ekonomisi" üzerinden işlediğini savunur. Türkiye'de Ermeni Soykırımı'nın uzun yıllar boyunca resmî tarihten ve eğitim sisteminden dışlanması, tam da bu unutma ekonomisinin bir sonucudur. Bu hafıza politikası sayesinde Talat Paşa gibi figürler, hesap vermek yerine heykellerle ödüllendirilmiştir. Halbuki toplumlar, geçmişle yüzleşmeden demokrasi ve barış inşa edemez.

Roger W. Smith ve Eric Weitz gibi soykırım çalışmaları yapan akademisyenler, inkârın soykırımın devamı olduğunu ifade eder. Türkiye’de Talat Paşa’nın hâlâ bir kahraman gibi anılması, sadece inkârla sınırlı kalmaz; aynı zamanda geçmişteki suçun ahlaken yeniden üretimini sağlar.

Talat Paşa’nın savunusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandığı ulus-devlet anlayışının içinde şekillenmiştir. Tek dil, tek din, tek millet esasına dayalı bu yapı, farklı kimliklerin dışlanmasını sistematik bir şekilde normalleştirmiştir. Alman filozof Walter Benjamin, "her kurucu iktidar, şiddetle başlar" der. Talat Paşa’nın mirası, tam da bu kurucu şiddetin en açık ifadesidir.

Bu nedenle onu savunmak, sadece bir tarihsel figürü değil, aynı zamanda bu şiddetin kendisini kutsamaktır. Türkiye’de hâlâ Talat Paşa adına sokakların, okulların, anıtların bulunması, toplumsal şiddetin ne denli içselleştirildiğini ve sıradanlaştırıldığını gösterir.

Talat Paşa’yı savunmak, sadece tarihî bir tartışma değildir; aynı zamanda bugünün ahlaki pusulasını belirleyen bir tercih meselesidir. Toplumlar, geçmişin acılarıyla yüzleşmedikçe demokratikleşemez, çoğulculaşamaz ve barış kültürü inşa edemez. Sosyolojik olarak bakıldığında, Talat Paşa'nın idealleştirilmesi, sadece bir bireyin savunusu değil, şiddetin ve inkârın sistematik bir meşrulaştırılmasıdır.

Bu yüzden Talat Paşa’nın gerçek rolünü ortaya koymak ve onu savunanlara karşı eleştirel bir duruş geliştirmek, etik bir sorumluluk olduğu kadar sosyolojik bir zorunluluktur. Çünkü geçmişi inkâr etmek, sadece geçmişi değil, geleceği de zehirler.

 

24.6.25

2024-2025 Eğitim Öğretim Yılı Sona Erdi: Geride Ne Kaldı?

“Bir yıl daha geçti; öğrenciler test çözdü, öğretmenler sabır, eğitim ise anlam kaybetti.”

Bir eğitim-öğretim yılı daha sona erdi. Törenlerde dağıtılan karneler, yapılan vedalar, öğretmenlerin yorgun bakışları, öğrencilerin sevinç ve belirsizlik dolu yüzleriyle 2024-2025 yılını geride bıraktık. Peki bu yıl, eğitimde neleri başardık? Daha da önemlisi, neleri yine başaramadık?

Millî Eğitim Bakanlığı’nın istatistiklerine bakarsak başarı oranları artmış, ders kitapları eksiksiz dağıtılmış, öğretmen atamaları yapılmış gibi görünüyor. Ancak sınıfın içinde yaşananlar bu resmi verilerle örtüşmüyor. Öğrenciler derslere olan ilgilerini kaybetmiş durumda. Z kuşağı, müfredatın dayattığı kalıplarla uyuşamıyor; öğretmenler ise ölçme ve değerlendirme yükü altında eziliyor. Okulun, merak duygusunu destekleyen bir yer olmaktan çok, sadece sınava hazırlayan bir kuruma dönüşmesi ise en büyük kırılma noktalarından biri.

Kırsaldaki bir okul ile büyük şehirlerdeki özel okullar arasındaki uçurum bu yıl daha da görünür hâle geldi. Dijital imkânlar, rehberlik hizmetleri, sosyal etkinlik olanakları gibi konularda yaşanan eşitsizlikler, fırsat eşitliği ilkesinin yalnızca bir slogan hâline geldiğini bir kez daha gösterdi. Öğrenciler doğdukları coğrafyanın kaderine mahkûm edilmemeli; ancak eğitim sistemi bu kaderi değiştirecek eşitlikçi adımları atmaktan hâlâ uzak.

Bu yıl, öğretmenlerin mesleki itibarı açısından da sancılı geçti. Öğrenci ve veli baskısı, sosyal medyada öğretmenlere yönelik itibarsızlaştırıcı paylaşımlar, atanamayan öğretmenlerin artan sayısı ve geçim sıkıntısı; öğretmenliği "idealizm"den "tükenmişliğe" savurdu. Öğretmenlerin söz hakkının kısıtlandığı, eğitim politikalarının merkezinde yer almadığı bir sistemin kalıcı başarı üretmesi mümkün mü?

Bu yıl da öğrenciler test kitaplarıyla boğuştu, deneme sınavlarıyla yarıştı, her gün biraz daha stres yüklendi. Ezberlediler, kodladılar, puanlar ve sıralamalar uğruna sosyal hayatlarından, çocukluklarından, hatta bazen kimliklerinden bile vazgeçtiler. Fakat şunu sormadık: Bu çocuklar gerçekten düşünebildi mi? Kendi fikirlerini özgürce ifade edebildiler mi? Sorgulamanın, eleştirmenin, farklı bakış açıları geliştirmenin değer gördüğü bir ortamda mı yetiştiler, yoksa sadece “doğru cevap A şıkkıdır” ezberinin hâkim olduğu bir sistemin içinde mi kaldılar?

Sanatla, müzikle, felsefeyle, doğayla, tarih ve kültürle temas edebildiler mi? Yoksa tüm bu alanlar “gereksiz” görülüp müfredatın kenarına mı itildi? Oysa eğitim yalnızca akademik başarı üretmek değil, insanı bütün yönleriyle geliştirmekle ilgilidir. Kalem tutan eller aynı zamanda resim de çizebilmeli, sözlü ifade becerileriyle hayata dair sorular sorabilmeli, yaşadığı dünyayı anlamlandırma çabasında desteklenmelidir.

Ancak ne yazık ki eğitim sistemi, bireyin içindeki cevheri keşfetmesine olanak tanımak yerine, onu belirli kalıplara sokan bir yarış parkuruna dönüşmüş durumda. Her öğrenci aynı hızda koşmak zorunda, aynı hedefe yönelmek zorunda, aynı şekilde başarılı sayılıyor. Bu yarışta geri kalanlar değil, aslında hepimiz kaybediyoruz. Çünkü farklılıkları zenginlik olarak değil, “engel” olarak gören bir anlayışla; yaratıcılığı, düşünme becerisini, ahlaki gelişimi ikinci plana itiyoruz. Oysa gerçek eğitim; merak eden, sorgulayan, hisseden ve üreten bireyler yetiştirmeyi hedeflemelidir. Bu hedeften uzaklaştıkça, eğitimin anlamı da yavaş yavaş silinmektedir.

Ne Yapmalı?

2025-2026’ya hazırlanırken yalnızca takvimlerin değişmesi yetmez; eğitim anlayışımız da köklü bir dönüşüm geçirmelidir. Eğitimi sadece sınav başarılarına, not ortalamalarına ya da istatistikî verilere indirgemek, insanı göz ardı eden bir yaklaşımdır. Yeni dönemde; öğretmeni merkeze alan, mesleki saygınlığını koruyan ve destekleyen, öğrenciyi sadece dinleyen değil, aynı zamanda anlayan bir sistem kurulmalıdır. Köydeki bir çocukla şehirdeki bir çocuğun eğitime erişimi, olanakları ve hayalleri eşitlenmediği sürece fırsat eşitliği bir temenniden öteye geçemez. Eğitim politikaları teknolojiye yatırım yaparken, aynı oranda insan ilişkilerine, değerler eğitimine, duygusal ve sosyal gelişime de yatırım yapmalıdır. Çünkü nitelikli eğitim yalnızca bilgiyle değil, sağlıklı bir okul iklimi ve insani bağlarla mümkündür. Aksi takdirde, her eğitim yılının sonunda aynı cümleleri tekrarlar, aynı yorgunlukları konuşur, değişmeyen sorunlarla yüzleşmek zorunda kalırız. Gerçek değişim, anlayışla başlar; şimdi o anlayışı inşa etme zamanıdır.

Bir yıl daha bitti. Ama soru şu: Geride ne bıraktık? Yorgun düşmüş öğretmenler mi, geleceğe inancını yitirmiş öğrenciler mi, yoksa şeklen ilerleyen ama içerik olarak eksilen bir eğitim mi?

 

23.6.25

Dengbêjliğin Kadın Nefesi: Ayşe Şan

“Ayşe Şan, anadiline ağıt yakarken halkına umut bırakan bir sestir.”

Ayşe Şan, yalnızca bir sanatçı değil, aynı zamanda Kürt halkının sesi, hafızası ve direnişidir. 18 Haziran 1996’da hayata veda eden Ayşe Şan’ın naaşı, ölümünden 29 yıl sonra vasiyeti üzerine Diyarbakır’a getirilerek toprağa verildi. Bu geç gelen vedayla birlikte, onun Kürt kültürü ve tarihindeki önemi bir kez daha gündeme geldi. Zira Ayşe Şan, sadece dengbêjlik geleneğini modern sahnelere taşıyan bir sanatçı değil, aynı zamanda anadiline ve halkına olan bağlılığıyla kolektif Kürt bilincinin güçlü bir taşıyıcısıdır.

1938 yılında Diyarbakır’da doğan Ayşe Şan, dengbêj bir baba olan Mihemedê Şan'ın kızıdır. Henüz çocuk yaşta, babasının dengbêjlik geleneğinden etkilenerek müziğe ilgi duymaya başlamış, onun izinden giderek sözlü Kürt kültürünün zengin bir temsilcisi haline gelmiştir.

Ancak onun yaşamı sadece müzikten ibaret değildir. Politik baskılar, sürgünler, ekonomik sıkıntılar ve aile trajedileri, onun kişisel tarihinde derin izler bırakmıştır. Annesini çok küçük yaşta kaybeden Ayşe Şan, genç yaşında evlendirildi, daha sonra kocasından ayrıldı. Biricik kızı “Canê”yi kaybettiğinde söylediği ağıt, Kürt halkının ortak yas hafızasında yer edinmiştir:

 “Canê min canê, keça min canê…”

Bu ağıt, sadece bir annenin yasını değil, Kürt halkının kayıplarının da sembolüdür.

Ayşe Şan’ın Kürt müziğindeki önemi, onun geleneksel dengbêjlik ile modern yorumculuk arasında bir köprü kurmasından kaynaklanır. 1960’lı yıllarda İstanbul ve Almanya’da yaptığı plak çalışmaları, Kürtçe müziği hem diaspora hem de yasaklı coğrafyalarda yeniden üreten bir araç haline getirmiştir. Özellikle “Xerîbim Dayê”, “Ey Dilberê”, “Le Dayê” gibi parçaları, halk arasında anonimleşmiş ve kolektif duyguların tercümanı olmuştur.

O, kadın bir dengbêj olarak, erkek egemen sözlü kültür ortamında sesini duyurabilmiş nadir figürlerdendir. Sadece sesiyle değil, duruşuyla da Kürt kadınının mücadeleci kimliğini temsil eder.

Ayşe Şan'ın hayatı boyunca yaşadığı politik baskılar, Kürtçe söyleme yasağı ve ekonomik zorluklar, onun Diyarbakır’dan Almanya’ya, oradan İstanbul’a, sonra tekrar sürgün hayatına sürüklenmesine neden olmuştur. Almanya’da bir süre çalışmış, ama hiçbir zaman yurdundan kopamamıştır. 1990’lı yıllarda kanserle mücadele ederken, hayattayken de defnedilmek istediği topraklara, yani Diyarbakır’a dönememiştir.

Ölümünden sonra İzmir’de defnedilen Ayşe Şan’ın vasiyeti, 2025 yılında yerine getirildi ve naaşı Diyarbakır’a taşındı. Bu geç kalmış vefa, aynı zamanda Kürt toplumunun belleğiyle yüzleşmesidir.

Ayşe Şan’ın Kürt tarihinde ve kültüründeki yeri, sadece bir sanatçı kimliğiyle değil, aynı zamanda bir direniş ve hafıza taşıyıcısı olarak şekillenmiştir. Onun eserlerinde kadınlık, sürgün, yoksulluk, ana dil ve vatan gibi temalar iç içe geçer. Her şarkısı, Kürt halkının yaşadığı acıların bir yankısıdır. Bu nedenle Ayşe Şan, sadece müzikal değil, aynı zamanda sosyolojik bir figürdür.

Onun müziği;

Asimilasyon politikalarına karşı bir kültürel direnç,

Kürt kadınının görünürlüğü için bir alan açma,

Modernleşme ile gelenek arasında bir denge kurma çabasıdır.

Ayşe Şan’ın naaşının 29 yıl sonra Diyarbakır’a getirilmesi, sadece bir mezar taşı değil, aynı zamanda bir hafıza taşının yerine konulmasıdır. Çünkü o, yaşarken yurdundan uzak bırakıldı; ancak halkının yüreğinde hep yakın kaldı. Onun hikâyesi, bugün de sürgünde yaşayan, anadilinde şarkı söyleyemeyen milyonlarca insan için bir örnek, bir ilhamdır.

Ayşe Şan, Kürt müziğinin ve kültürünün "altın sesi" olmaktan öte, Kürt halkının anlatılmayan hikâyelerinin sesidir. Onun sesi, şimdi Diyarbakır toprağında, ama halkının kalbinde yaşamaya devam ediyor.

 

Diyarbakır’da Temizlikte Temel Sorun: Gelişi Güzel Atılan Çöpler

"Bir çöpü yere atmak, yalnızca çevreyi değil, insanlığın vicdanını da kirletmektir."

Kent yaşamının en temel göstergelerinden biri temizliktir. Sokakların, parkların, caddelerin hijyen durumu; o şehrin sakinlerinin toplumsal bilinç düzeyini, yerel yönetimlerin etkinliğini ve ortak yaşam kültürünü doğrudan yansıtır. Diyarbakır gibi tarihsel, kültürel ve demografik olarak zengin bir kentte ise temizlik meselesi yalnızca hijyen değil, aynı zamanda bir aidiyet ve sorumluluk sorunudur. Ne yazık ki Diyarbakır'da temizlik konusunda en büyük engel, çöplerin gelişi güzel atılmasıdır. Bu alışkanlık sürdükçe, ne kadar çaba harcanırsa harcansın kentte gerçek anlamda bir temizlik sağlanamıyor.

Yerel yönetimler, özellikle son yıllarda temizlik ekiplerini artırdı, çöp konteynerlerini sıklaştırdı, haftalık temizlik programları oluşturdu. Fakat yine de sabah temizlenen bir sokak, akşamına aynı kirliliğe geri dönüyor. Bu durumun temelinde teknik yetersizlikten çok, toplumsal alışkanlıkların etkisi var. Maalesef birçok vatandaş, çöpünü yere atmayı ya da konteynerin dibine bırakmayı hâlâ doğal bir davranış gibi görüyor. Kimi esnaflar çöplerini dükkânının önüne koyup gitmeyi alışkanlık haline getirmiş; bazı mahallelerde ise çöp atma saatlerine hiç riayet edilmiyor.

Bu noktada üzerinde özellikle durulması gereken temel bir farkındalık var: Temizlik yalnızca belediyelerin ya da temizlik görevlilerinin sorumluluğuna bırakılabilecek bir mesele değildir. Kent yaşamının sürdürülebilirliği ve insan onuruna yakışır bir çevrede yaşama hakkı, sadece kamusal hizmetlere değil, bireylerin bilinçli katılımına da bağlıdır. Her birey, yaşadığı mahallenin, sokağın, apartmanın bir parçasıdır ve dolayısıyla çevresine karşı da doğrudan sorumludur. Çöpü yere atan bir yurttaş, yalnızca doğayı ya da fiziksel mekanı kirletmekle kalmaz; aynı zamanda komşusunun yaşam alanını, çocukların oyun sahasını, yaşlıların nefes aldığı havayı ve genel olarak toplumun ortak refahını da doğrudan olumsuz etkiler.

Basit gibi görünen bir plastik şişe, izmarit ya da poşet, doğaya karışması yıllar süren atıklardır ve yalnızca görsel kirlilik yaratmakla kalmaz, aynı zamanda halk sağlığını tehdit eden zararlı bir unsura dönüşebilir. Hele ki bu durum bir alışkanlık halini aldığında, temizlik ekiplerinin tüm çabaları da boşa çıkmakta; gün boyu süren emek, birkaç saat içinde heba olmaktadır.

Bir çöp torbasının ya da yere atılmış bir kağıdın etkisi yalnızca o anla sınırlı değildir. Bu küçük ihmal, sokakta oynayan bir çocuğun hijyenini, yürüyen bir yaşlının konforunu, turistin şehirle ilgili izlenimini ve en önemlisi de toplumun birlikte yaşama kültürünü doğrudan etkiler. Çünkü temizlik yalnızca fiziksel bir temizlik değil; aynı zamanda sosyal bir sorumluluk, kültürel bir bilinç ve ahlaki bir duruştur.

İşte bu yüzden temizlik kültürü, sadece kurallarla, cezalarla ya da belediye hizmetleriyle değil; toplumun her kesiminde gelişecek bir ortak bilinçle inşa edilebilir. Temizliğe dair farkındalık; okulda öğretmenle, evde anne-babayla, sokakta komşuyla, medyada kamu spotlarıyla desteklenmelidir. Ancak bu şekilde “benim sokağım”, “bizim şehrimiz” duygusu gelişebilir ve bireyler yaşadıkları çevreye yabancılaşmadan, onun doğal koruyucuları haline gelebilir.

Çöp sorununa sadece cezai yaptırımlarla çözüm bulmak mümkün değildir. Elbette caydırıcı cezalar ve kamera denetimleri etkili olabilir; ancak esas çözüm, çocuklukta başlayan çevre bilinci eğitimiyle mümkündür. Okullarda, aile içinde ve medyada temizlik kültürü sürekli işlenmeli; yerel yönetimler, yalnızca temizlik hizmeti değil, çevre bilinci kampanyaları da düzenlemelidir.

Diyarbakır halkı kendi yaşadığı kenti sahiplendiğinde, bu kente olan özeni de artacaktır. "Nasıl olsa biri temizler" anlayışı yerine, "Burası benim sokağım, benim mahallem" bilinci geliştiğinde çöpler yere değil, konteynere atılacaktır. Temizlik ekipleriyle birlikte çalışabilen bir halk, sadece temiz bir çevre değil, daha yaşanabilir bir kent de yaratır.

Diyarbakır’da temizlik sorununun temeli teknik eksiklik değil, bireysel duyarsızlıktır. Gelişi güzel atılan çöpler, şehrin estetiğini bozmakla kalmıyor; toplum sağlığını, sosyal ilişkileri ve kent kimliğini de tehdit ediyor. Bu nedenle tüm Diyarbakır halkına düşen görev, en küçük çöpü bile yere atmamakla başlar. Çünkü temizlik bir görev değil, bir yaşam kültürüdür.

 

20.6.25

Bağımlılıkla Mücadelede Yeni Bir Umut: Diyarbakır'dan Bir Çalıştayın Ardından

"Bağımlılık ortak bir yaraysa, çözüm de ortak akılda saklıdır."

Bağımlılık, uzun süredir Diyarbakır’ın sessiz ama yakıcı yaralarından biri. Sadece bir sağlık sorunu değil, toplumu derinden sarsan bir sosyal kırılma noktası… Gençlerin, çocukların, kadınların ve ailelerin hayatını sarsan bu kriz, nihayet güçlü bir ortak akıl ve kararlılıkla masaya yatırıldı. 31 Mayıs – 1 Haziran tarihlerinde Diyarbakır’da Kent Konseyi Sağlık Meclisi tarafından düzenlenen “Bağımlılıkla Mücadelede Çok Paydaşlı Yaklaşım Çalıştayı”, bu anlamda önemli bir dönüm noktasıydı.

Bu çalıştaya birçok kurum, yerel yönetim, STK, akademisyen ve uzman katıldı. Hep birlikte meseleye yüzeyden değil, derinlemesine bakıldı. Çünkü artık herkesin hemfikir olduğu gerçek şu: Bağımlılık bireysel değil, yapısal bir sorundur.

Çalıştayda ilk olarak, bağımlılığın Diyarbakır’daki boyutu tüm açıklığıyla tanımlandı: Erken yaşta maddeyle tanışma, kolay erişim, kurumsal koordinasyon eksikliği ve tedavi sonrası takip sistemlerinin yetersizliği… Bu sorunlar sadece bağımlı bireyi değil, ailesini, çevresini ve dolayısıyla bütün kenti etkiliyor.

Bu nedenle çalıştayda dört temel başlıkta atölye çalışmaları yürütüldü: Koruyucu/önleyici hizmetler, tedavi süreçleri, rehabilitasyon ve istihdam. Her bir başlık, bir diğerini tamamlayan halkalar gibi birbirine bağlıydı. Çünkü tedavi tek başına yetmiyor; rehabilitasyon olmadan iyileşme kalıcı değil. Rehabilitasyon da istihdamla desteklenmediği sürece, birey aynı kısır döngüye dönmeye mahkûm kalabiliyor.

En dikkat çekici yönlerden biri, çalıştayın “çok paydaşlı” yapısıydı. Belediyelerden muhtarlara, sağlıkçılardan gönüllülere kadar herkes masadaydı. Artık kâğıt üzerinde kalan protokollerin değil, sahada karşılığı olan dayanışma modellerinin zamanı geldiği vurgulandı.

Örneğin mahalle bazlı koruma ağları kurulması, terk edilmiş yapıların sosyal merkezlere dönüştürülmesi, eğitimlerin anadil ve yerel değerlerle uyumlu hale getirilmesi gibi somut öneriler dile getirildi. Aynı şekilde, Adsız Narkotik gibi bağımlıların kendi deneyimleriyle birbirini desteklediği yapılar, resmi sistemlerin tamamlayıcısı olarak sahaya dahil edildi.

Rehabilitasyon atölyesinden çıkan en güçlü mesaj ise şuydu: “Topluma dönüş, rehabilitasyonla değil, istihdamla tamamlanır.” İşverenlere yönelik önyargı kırıcı eğitimlerden, kamu kurumlarında bağımlılıktan kurtulanlar için özel kota sistemine kadar pek çok yaratıcı öneri sunuldu. Hatta, “İstihdam Kampüsleri” kurulması ve başarılı birey hikâyelerinin kamuoyuyla paylaşılması, toplumun umutla yeniden bağ kurması için önerildi.

Çalıştayın en önemli çıktılarından biri, Diyarbakır Madde Bağımlılığı Koordinasyon Kurulu’nun kurulması oldu. Bu kurul, paydaşlar arası koordinasyonu sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda veri temelli stratejik adımların hayata geçirilmesinde öncü rol oynayacak.

Bu bir sonuç değil, bir başlangıç. Kentin hafızasında yeni bir sayfa açılıyor. Dayanışmaya, adalete, onarıcı çözümlere inananlar artık yalnız değil. Çünkü bu kent, sorunlarını konuşarak çözebilecek bir olgunlukta olduğunu bir kez daha gösterdi.

Ve şimdi…

“Kent için harekete geçme” zamanı.

17.6.25

YKS'ye Girecek Öğrencilere Sınav Öncesi, Sınav Günü ve Sonrası İçin Öneriler

"YKS, sadece bir sınav değil; yılların emeğini, inancını ve hayalini taçlandırma anıdır."

Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS), öğrencilerin yıllar süren emeklerinin karşılığını almak üzere çıktıkları önemli bir sınavdır. Ancak YKS sadece bilgiyle değil, doğru strateji ve psikolojik dengeyle de başarıya ulaşılabilen bir süreçtir. Bu yazıda sınav öncesi, sınav günü, sınav anı ve sınav sonrası için öğrencilerin işine yarayacak önerileri bir araya getiriyoruz.

Sınavdan Önce Nelere Dikkat Etmeli?

Sınava son haftalarda girilirken yeni konu öğrenmeye çalışmak yerine daha önce öğrenilmiş bilgileri pekiştirmek çok daha verimlidir. Özellikle deneme sınavlarında yaptığınız hataları gözden geçirerek eksiklerinizi toparlamaya çalışın.

Sınavdan birkaç gün önce erken yatıp erken kalkmaya başlayın. Bedenin sınav saatinde en verimli hâline gelmesi için biyolojik saatinizi sınav gününe uygun hale getirin.

Ağır ve yağlı yiyeceklerden kaçının. Lifli, protein ağırlıklı ve sizi tok tutacak besinleri tercih edin. Aşırı şeker tüketiminden uzak durun. Sınav öncesinde mideyi yormamak önemlidir.

Kimlik kartınız, sınav giriş belgeniz ve şeffaf etiketli bir su şişesini sınavdan bir gün önce çantanıza koyun. Kalem, silgi gibi kırtasiye malzemeleri genellikle ÖSYM tarafından sağlansa da özel bir ihtiyacınız varsa sınav kılavuzunu kontrol edin.

Unutmayın: Bu sınav sizin insan olarak değerinizi ölçmez. "Yapabildiğimin en iyisini yapacağım" düşüncesiyle yaklaşın. Nefes egzersizleri ve olumlu iç konuşmalar stresinizi dengelemeye yardımcı olur.

Sınav Günü Ne Yapmalı?

Sınavdan en az 2 saat önce kalkarak bedeninizi rahatlatın. Hafif bir kahvaltı yapın. Daha önce denemediğiniz yiyecekleri tüketmeyin.

Sınav yerine geç kalmak stresi artırır. Yola erken çıkın. Mümkünse sınav yerinizi önceden gidip görün. Sınavdan en az 1 saat önce okulun önünde olun.

Sınav salonuna girene kadar panik yapan insanlardan uzak durmaya çalışın. Onların heyecanı size geçebilir.

 Sınav Anında Stratejiler

Sınavın ilk dakikaları doğal olarak streslidir. Kalemini yerleştir, sınav kitapçığını kontrol et ve birkaç derin nefes al. Bu ilk dakikalarda soruya odaklanmak yerine düzenini kurmaya çalış.

Zor sorular moralini bozmasın. Önce kolay soruları çözerek zaman kazan ve özgüvenini yükselt.

 “Değildir, en az, önce, yalnızca” gibi yönlendirici kelimeleri gözden kaçırma. Soru kökünü mutlaka iki kez oku.

Saati sık sık kontrol etmek yerine belirli aralıklarla kontrol et. Her test için yaklaşık süre ayır (örneğin TYT’de Türkçe için 35 dakika gibi). Takıldığın soruda fazla zaman kaybetmeden işaret koy ve geç.

Kodlamayı sona bırakmak risktir. 10 soruda bir ya da her sayfa sonunda kodlama yapmak daha güvenli bir yöntemdir.

Aşırı heyecan geldiğinde kalemi bırak, gözlerini kapat, 3 derin nefes al. İçinden kendine "Ben bu an için hazırlandım, elimden gelenin en iyisini yapıyorum" de.

Test değiştirirken birkaç saniyelik mola ver. Derin nefes almak zihnini tazeler.

Sınav Sonrası Ne Yapmalı?

Sınavdan çıktığında aklına takılan sorular olabilir. Ancak artık değiştirilebilecek bir şey yok. Kendini suçlama ve pişmanlık duygusuyla yorulma. Bu bir sınavdı, hayat değil.

Arkadaşlarının netlerini öğrenmeye çalışmak, puan hesaplama sitelerine takılmak sadece kaygıyı artırır. Kendinle kal, sınavı biraz olsun unut.

Bunca aylık emeğin ardından bir süre dinlenmek hakkındır. Dizi izle, kitap oku, doğa yürüyüşü yap, sohbet et. Ruhunu ve bedenini yenile.

Sınav sonuçları açıklanana kadar hedeflediğin bölümler, üniversiteler hakkında bilgi topla. Sadece puana göre değil, ilgi alanlarına ve yaşam hedeflerine göre tercih yap.

Eğer sonuçlar beklediğin gibi gelmezse dünyanın sonu değil. Gerekirse bir yıl daha hazırlanmak bir başarısızlık değil, bir olgunluk göstergesidir.

YKS sadece bir sınav değildir; sabrın, azmin ve içsel gücün sınandığı bir yolculuktur. Bu yolculukta herkesin hikâyesi farklıdır ama her biri değerlidir. Sınav günü ne olursa olsun, sen zaten bu maratonun kahramanısın.

Unutmayın: Başarı sadece bir sonuç değil, o sonuca giden yolda gösterdiğin emek, azim ve cesarettir.

Hepinize gönülden başarılar diliyorum.

 

Diyarbakır’da Bir Toplumsal Mücadele: Çocuklar, Uyuşturucu ve Şiyar-Be

 

"Şiyar-be diyen her ses, bir çocuğu karanlıktan çekip hayata çağırır."

Diyarbakır, Türkiye’nin hem sosyoekonomik hem de siyasal olarak dezavantajlı bölgelerinden biri olmasının yanı sıra, son yıllarda uyuşturucu kullanım oranlarının hızla arttığı şehirlerin başında gelmektedir. Özellikle yoksul mahallelerde yaşayan çocuklar, hem ekonomik hem de psikolojik nedenlerle uyuşturucuya en açık grubu oluşturmaktadır. Bu noktada, Şiyar-be Platformu gibi sivil inisiyatiflerin devreye girmesi, toplumsal dayanışma temelli mücadelelerin önemini artırmaktadır.

Diyarbakır’da Uyuşturucu Sorununun Sosyolojik Temelleri

Diyarbakır’da genç işsizliğin ve eğitime erişim oranlarının düşüklüğü, özellikle çocukların madde bağımlılığına karşı daha savunmasız olmasına yol açmaktadır. Bourdieu’nun “habitus” kavramı üzerinden okunduğunda, bireylerin sosyal çevrelerinden edindikleri davranış kalıpları, çocuk yaşta uyuşturucuya yönelmeyi sıradanlaştırabilir.

Sur, Bağlar, Kayapınar’ın bazı bölgeleri gibi kentsel çöküntü alanlarında yaşayan çocuklar, hem devlet kurumlarından hem de sağlıklı sosyal ağlardan uzak kalmaktadır. Bu izolasyon, illegal yapılarla temasın daha erken yaşta gerçekleşmesini beraberinde getirir.

Aile yapılarında görülen kırılganlıklar (boşanma, ebeveyn kaybı, şiddet) ile 2015 sonrası yaşanan çatışmalı süreçlerin toplumsal travmaları da çocukları özellikle risk altındaki gruplar haline getirmiştir. Toplumun geniş kesimlerinde hâkim olan “geleceksizlik duygusu”, çocuklarda hedonistik bir yaşam biçiminin benimsenmesine neden olmaktadır.

Şiyar-Be Platformu: Alternatif Bir Sosyal Müdahale Örneği

 “Şiyar-be” (Kürtçede: “Uyanık ol, kendine gel”) ifadesiyle isimlendirilen platform, Diyarbakır merkezli, çocukları uyuşturucu ve benzeri tehditlerden korumayı amaçlayan bir sivil toplum hareketidir. Slogan düzeyinde bile, hem kültürel kimliğe yaslanan hem de bilinç yükseltici bir dil benimsemesi, platformun toplumsal meşruiyetini artırmaktadır.

Şiyar-be, Kürtçe ismini ve yerel değerleri temel alarak, batı merkezli “müdahaleci” STK’lardan farklı bir çizgi izlemektedir. Bu da platformun halk nezdindeki güvenini ve katılımcı tabanını artırmaktadır. Sosyolog Alain Touraine’in “sosyal hareketler” tanımı çerçevesinde bakıldığında, Şiyar-be toplumsal özneleşme sürecini mahallelerde başlatmaya çalışmaktadır.

Platformun spor, tiyatro, müzik ve sokak sanatı gibi alanlarla çocukları hem koruma altına alma hem de öz-yeterlik duygularını artırma çabası, travmatik mahallelerde yeni bir umut kanalı açmaktadır. Özellikle katılımcı yöntemler kullanarak yürüttüğü çalışmalar, “yardım alan değil, mücadele eden çocuk” imajı üzerine kuruludur.

Şiyar-Be’nin Başarı Şansı: Fırsatlar ve Tehditler

Fırsatlar

Platformun Kürt dili ve kültürüyle bütünleşik yapısı, çocukların ve ailelerin güvenini artırır.

Yerel sanatçılar, sporcular ve gönüllü gençlerin sahiplenmesi, hareketin dinamizmini artırır.

Devlet kurumlarına karşı duyulan güvensizlik ortamında, bağımsız bir halk inisiyatifi olarak hareket etmesi avantaj yaratır.

Tehditler

Türkiye’de bağımsız taban hareketlerinin “örgüt bağlantılı” ilan edilme riski, platformun hareket alanını daraltabilir.

Devlet desteği almadan ayakta kalmak, uzun vadede yıpratıcı olabilir.

Mahalle düzeyinde uyuşturucu dağıtım ağlarının sosyal direnişle karşılaşması, platform üyeleri için fiziksel tehditler oluşturabilir.

Öneriler: Sosyolojik Dayanışma ve Yapısal Destek

Her mahallede psikososyal destek birimleri kurulmalı, özellikle bağımlılık riski altındaki çocuklarla birebir çalışabilecek uzman sayısı artırılmalıdır.

Belediyeler ve yerel yönetimler, Şiyar-be benzeri platformlarla kurumsal işbirliği yapmalıdır.

Kürt çocukları için ana dille psikolojik destek ve bilinçlendirme programları başlatılmalıdır.

Yerel sanatçılar, aydınlar ve öğretmenler bu sürece kolektif olarak dahil edilmelidir.

Diyarbakır’da uyuşturucu kullanımının çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisi, yalnızca bir sağlık sorunu değil, aynı zamanda yapısal eşitsizliklerin ve toplumsal dışlanmanın bir sonucudur. Şiyar-be Platformu, bu bağlamda hem umut hem de mücadeleye çağrı işlevi görmektedir. Başarı şansı, yalnızca platformun özverisine değil; aynı zamanda yerel halkın, akademinin, medyanın ve alternatif kurumların bu mücadeleyi ne kadar sahiplendiğine bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, bir toplumun geleceği çocuklarıyla ölçülür; çocukları korumak, geleceği korumaktır.

 

16.6.25

Barışa Giden Yol: KHK Adaletsizliğiyle Yüzleşmek

"KHK mağdurlarına adalet gelmeden, bu ülkeye gerçek barış gelmez."

Türkiye, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) sürecinde, Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) yoluyla yüz binlerce insanın hayatını köklü biçimde etkileyen bir süreç yaşamıştır. Bu süreçte sadece darbe girişimiyle doğrudan ilişkili olanlar değil, sendikal faaliyet yürüten, muhalif görüş beyan eden ya da herhangi bir yargı kararı olmaksızın "güvenlik riski" olarak görülen birçok kamu çalışanı görevlerinden ihraç edilmiştir. Bu ihraçlar, hem bireylerin temel hak ve özgürlüklerini zedelemiş, hem de toplumun adalet duygusunu derinden sarsmıştır.

OHAL KHK’leriyle gerçekleştirilen ihraçlar, yargı denetimine kapalı olmaları sebebiyle hukukun temel ilkelerine aykırı bir yapı arz etmiştir. İhraç edilen birçok kişi, haklarında herhangi bir adli soruşturma olmamasına rağmen, savunma hakkı tanınmadan kamu görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu durum, "masumiyet karinesi", "adil yargılanma hakkı" ve "hukuki güvenlik ilkesi" gibi evrensel hukuk normlarının ihlali anlamına gelmektedir (AİHS, Madde 6; AYM, 2019).

Toplumsal barış, yalnızca silahlı çatışmaların sona ermesi değil, aynı zamanda toplumun farklı kesimlerinin birbirine güven duyarak birlikte yaşayabileceği bir zeminin inşa edilmesidir. Adalet duygusunun zedelendiği, insanların "yaşanmışlıklarının" yok sayıldığı ve kamusal alandan dışlandığı bir ortamda barış inşa edilemez.

İhraç edilen kamu emekçileri yalnızca işlerini değil; aynı zamanda meslek onurlarını, yıllarca emek verdikleri birikimlerini, sosyal çevrelerini, ekonomik güvenliklerini ve yaşam motivasyonlarını kaybetmiştir. Bu insanlar, bir sabah yayımlanan bir KHK ile sorgusuz sualsiz "terörle iltisaklı" ilan edilerek hem mesleklerinden uzaklaştırılmış hem de sosyal hayattan dışlanmıştır. Ne yazık ki bu süreçte yalnız bırakılmış, hak mücadelesinde destek görememiş, ne siyasi iktidar ne de muhalefet tarafından tam anlamıyla sahiplenilmiştir. Toplumsal vicdanda yankılanması gereken bu büyük adaletsizlik, zamanla sessizliğe terk edilmiş, medya organlarında görünmez hâle gelmiştir. Gittikçe yalnızlaştırılan KHK mağdurları, “görülmeyen bir topluma” dönüştürülmüştür. Bu durum, yalnızca bireysel trajediler yaratmakla kalmamış, aynı zamanda kamuya olan güvenin ciddi şekilde zedelenmesine, toplumun farklı kesimleri arasında güvensizlik ve kutuplaşmanın derinleşmesine, devlet-toplum ilişkisinin onarılamaz biçimde yıpranmasına neden olmuştur. Zira adaletin olmadığı yerde, vatandaşlık bağı zayıflar; mağduriyetlerin görmezden gelindiği bir düzende toplumsal barışa ulaşmak neredeyse imkânsız hâle gelir.

İhraç edilen kamu çalışanlarının görevlerine iadesi, yalnızca bireylerin yaşadığı mağduriyetlerin telafisi değil, aynı zamanda devletin topluma yönelik güven tazeleme fırsatıdır. Devletin, hatalı uygulamalar konusunda geri adım atabilmesi, toplumsal uzlaşının yeniden inşası için güçlü bir adım olur. Bu bağlamda görevlerine iade edilecek kamu emekçilerinin, geçmişte olduğu gibi toplum yararına hizmet üretme kapasitesine sahip oldukları unutulmamalıdır.

OHAL sürecinde özellikle kamu emekçileri sendikalarına üye olan bireylerin, sırf bu üyelikten ötürü ihraç edilmeleri, Türkiye'de örgütlenme özgürlüğüne dair ciddi bir tehdit oluşturmuştur. Oysa sendikal haklar, demokratik bir toplumun temel taşlarından biridir (ILO Sözleşmeleri, AİHM Kararları). Bu bağlamda, görev iadesi süreci aynı zamanda demokratik katılım kanallarının yeniden açılmasına da hizmet edecektir.

AİHM, Türkiye'deki KHK ihraçlarıyla ilgili birçok davada, başvurucuların iç hukuk yollarının etkisizliğini ve yapılan ihlallerin ciddiyetini vurgulamıştır. AİHM'in bu kararları, uluslararası hukuki normlar bağlamında Türkiye’nin atması gereken adımlara ışık tutmaktadır. Bu kararlar, sadece yargı mekanizmasına değil, aynı zamanda siyasete de sorumluluk yüklemektedir.

Toplumsal barışın inşası, yalnızca "suskunluk" ya da "güvenlik politikaları" ile sağlanamaz. Gerçek ve kalıcı barış, hakikatin tanınması, mağduriyetlerin giderilmesi ve hukukun üstünlüğünün yeniden tesis edilmesiyle mümkündür. Bu bağlamda, OHAL KHK’leriyle hukuksuzca ihraç edilen kamu emekçilerinin görevlerine iadesi, sadece bir "insan hakları" sorunu değil, aynı zamanda bir "barış politikası" ve "demokratik sorumluluk" meselesidir. Bu adımı atmak, toplumsal adaletin yeniden tesisi ve devlet ile toplum arasındaki güven bağının onarılması açısından tarihsel bir fırsattır. Bu çağrı yalnızca iktidara değil, aynı zamanda kendisini demokratik değişimin taşıyıcısı olarak konumlandıran muhalefete de yöneliktir. Zira sessizlik, adaletsizliğe ortak olmak; görmezden gelmek ise toplumsal vicdandan kopmak anlamına gelir. Gerçek bir demokrasi ve ortak yaşam inşa edilecekse, bu sessizlik bozulmalı, KHK mağdurlarının sesi duyulmalı ve hakları iade edilmelidir.

 

14.6.25

İltisak Gölgesinde Yaşamlar

“Bir insana ‘iltisaklısın’ deyip ispat sunmazsan, sadece onu değil, adaleti de yargısız infaz etmiş olursun.”

15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından Türkiye’de ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) süreci, sadece darbe girişiminde bulunan yapıların değil, çok sayıda kamu görevlisinin “iltisak” gerekçesiyle görevlerinden ihraç edilmesine zemin hazırlamıştır. Bu süreçte çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile 130 binden fazla kişi ihraç edilmiştir (TBMM OHAL Komisyonu Raporu, 2019).

“İltisak” ve “irtibat” kavramları, Türk Ceza Hukuku sisteminde klasik anlamda yer almamaktadır. Bu kavramlar, olağanüstü hâl sürecinde çıkarılan KHK’larla birlikte ilk kez idari işlemlerde cezai yaptırımların dayanağı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Ancak Anayasa’nın 38. maddesine göre, “Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez. Suçlar ve cezalar ancak kanunla belirlenir.” Bu ilke, suçta ve cezada kanunilik prensibidir ve ceza hukuku bağlamında bir davranışın suç olarak tanımlanabilmesi için önceden açık, net ve öngörülebilir biçimde tanımlanmış olması gerekir.

 “İltisak gibi belirsiz kavramların kullanılması, hukuk devleti ilkesine aykırıdır.” — Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, OHAL KHK’ları ile İhraçlar ve Anayasal Haklar, 2018.

KHK ile ihraçlar, 667, 668, 672, 675 ve benzeri OHAL KHK’ları ile gerçekleştirilmiştir. Bu kararnameler, doğrudan yürütme organının kararıyla çıkarılmış ve yargı denetimi dışında bırakılmıştır.

Anayasa Mahkemesi uzun süre bu kararları denetim dışı tutmuş, başvurulara “olağanüstü hâl dönemi yasama yetkisidir” gerekçesiyle müdahale etmemiştir (AYM, E.2016/205, K.2017/109). Bu süreçte kamu görevinden ihraç edilen bireyler, etkili bir başvuru yolu bulmakta zorlanmıştır.

İhraç edilenlerin başvuruları için kurulan OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu, 2017’den bu yana faaliyet göstermektedir. Ancak Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu, bu komisyonu şu ifadelerle eleştirmiştir: “Komisyon, yargı bağımsızlığına sahip değildir ve karar süreçleri şeffaf değildir.” — Venice Commission, CDL-AD (2017)007-e, Turkey, Opinion on Emergency Decrees, 2017.

Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), başta komisyona yönlendirme kararı vermiş olsa da ilerleyen yıllarda bu komisyonun etkisizliğini ve geciktirici doğasını sorgulamaya başlamıştır. Örneğin: “Komisyonun karar süreci uzun ve başvuranlar için etkisizdir. Kararlar yargısal inceleme standardından uzaktır.” — AİHM, Yıldırım v. Turkey, No. 38661/17, 2023.

KHK ile ihraçlar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) başta olmak üzere birçok uluslararası sözleşmeye aykırılık teşkil etmektedir:

AİHS Madde 6: Adil yargılanma hakkı ihlal edilmiştir. İhraç edilen kişiler yargı önüne çıkmadan suçlu muamelesi görmüştür.

AİHS Madde 8: Özel hayat ve aile hayatına saygı hakkı ihlal edilmiştir. Kamu görevinden ihraç edilenlerin meslekleri ellerinden alınarak sosyal hayatları da tahrip edilmiştir.

UMSHS (Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi), Madde 25: Kamu hizmetine erişim hakkı ihlal edilmiştir.

Bu hukuksuz ihraçlar yalnızca bireyleri değil, onların ailelerini, çevrelerini ve toplumun tamamını etkileyen bir adaletsizlik haline dönüşmüştür. İnsanlar sivil ölüme mahkûm edilmiş, pasaportlarına el konmuş, SGK kaydı yapılmamış, özel sektörde bile iş bulamaz hale getirilmiştir (İnsan Hakları Derneği Raporu, 2022).

“KHK’lı olmak bir statü değil, sistematik bir dışlama aracına dönüşmüştür.” — Dr. Kerem Altıparmak, OHAL ve İnsan Hakları, 2020.

Hukuki olarak OHAL dönemi sona ermiştir, ancak uygulamaları devam etmektedir. Güvenlik soruşturması gibi araçlarla kamuya dönüş hâlâ engellenmektedir. Siyasi irade değişmeden bu hukuksuzluğun sona ereceği beklenmemektedir.

Ancak hukuk devleti ilkesinin yeniden tesisi, şu adımlarla mümkün olabilir:

İhraç edilenlerin tamamı yeniden bağımsız yargı tarafından değerlendirilmelidir.

Somut delile dayalı olmayan tüm ihraç kararları iptal edilmelidir.

Mağdurlara tazminat ve görev iadesi sağlanmalıdır.

Türkiye, AİHM ve Venedik Komisyonu kararlarına tam uyum göstermelidir.

KHK ile yapılan ihraçlar, Türkiye'nin hukuk devleti sınavında aldığı en zayıf notlardan biridir. Belirsiz kavramlarla insanların hayatlarının karartılması, sadece kişisel değil toplumsal bir travmaya yol açmıştır. Bu sürecin ancak hukukun üstünlüğüne geri dönülerek ve hesap verilebilir bir adalet sistemi inşa edilerek sona erdirilmesi mümkündür.

Bu sadece KHK’lıların değil, Türkiye’nin demokrasi sınavıdır.

Kaynakça

1. TBMM OHAL Komisyonu Raporu, 2019.

2. Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, OHAL KHK’ları ve Anayasa, İmge Kitabevi, 2018.

3. AYM, E.2016/205, K.2017/109 kararları.

4. Venice Commission, CDL-AD (2017)007-e.

5. AİHM, Yıldırım v. Turkey, No. 38661/17, 2023.

6. Dr. Kerem Altıparmak, OHAL ve İnsan Hakları, 2020.

7. İnsan Hakları Derneği (İHD), “KHK’lıların Durumu ve Hak İhlalleri Raporu”, 2022.

8. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS).

9. Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi (UMSHS).

 

12.6.25

12 Haziran Çalışan Çocuklar Günü

                                                                                “Çocukların emeği değil, gülüşü büyütmeli hayatı.”

Her yıl 12 Haziran'da dünya genelinde "Çocuk İşçiliğiyle Mücadele Günü" olarak anılan bu özel gün, görünmeyen milyonlarca çocuğun emeğini, hayallerini ve çocukluklarını hatırlamak için bir vesile sunuyor. Türkiye'de resmi verilere göre yaklaşık 1.3 milyon çocuk çalışıyor. Ancak bu sayı yalnızca kayıt altına alınabilmişleri kapsıyor. Kayıt dışı çalışan çocuklar, özellikle sokakta, tarımda, ev işlerinde ya da küçük atölyelerde hiçbir denetime tabi olmadan emek sömürüsüne maruz kalıyor. Gerçek sayının bunun en az iki katı olduğu tahmin ediliyor.

Çocuk işçiliği, sadece ekonomik değil, aynı zamanda derin bir sosyolojik problemdir. Bu çocuklar yalnızca yoksulluğun kurbanı değil; aynı zamanda eğitim sisteminin yetersizliklerinin, sosyal adaletsizliğin, göçün, savaşın, aile içi kırılmaların ve neoliberal politikaların sonuçlarıdır.

Pierre Bourdieu’nün kavramsallaştırdığı “habitus” çerçevesinden bakıldığında, çocuk işçiler çoğu zaman doğdukları sosyal çevre ve sınıfsal konum nedeniyle çalışmaya zorlanır. Ailede nesiller boyu süren yoksulluk, eğitimsizlik ve devlet desteğinden yoksunluk, çocukları da erken yaşta emeğiyle var olmaya zorlar. Çocukluk, bu sınıfsal döngüde bir ayrıcalık hâline gelir. Özellikle mevsimlik tarım işçiliği, küçük sanayi atölyeleri ve sokak satıcılığı, çocuk işçiliğinin en yaygın alanlarını oluşturur.

Bir başka önemli nokta ise kırsaldan kente göç eden yoksul ailelerin çocuklarıdır. Kentin çeperlerinde tutunamayan bu çocuklar, eğitim sisteminden dışlanarak “çalışan çocuk” haline gelir. Eğitim hakkı, bu çocuklar için kâğıt üzerinde kalan bir ayrıcalıktır. Çünkü onlar için okul bir lüks, çalışmak ise hayatta kalmanın tek yoludur.

Çocuk işçiliği, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin açık ihlalidir. Sözleşmenin 32. maddesi, çocukların ekonomik sömürüye karşı korunma hakkını tanımlar. Türkiye bu sözleşmeye taraf olmasına rağmen, uygulama konusunda ciddi eksiklikler yaşamaktadır.

Ayrıca, ILO’nun 138 ve 182 Nolu Sözleşmeleri de çocuk işçiliğini yasaklamış ve özellikle tehlikeli işlerde çalışan çocukların derhal bu işlerden çekilmesini öngörmüştür. Ancak denetim yetersizliği, siyasi irade eksikliği ve toplumsal duyarsızlık, çocuk işçiliğinin kronikleşmesine neden olmaktadır.

Türkiye’de birçok aile, çocukların çalışmasını bir tür “yardım”, “sorumluluk” ya da “hayata erken atılma” olarak normalleştirmektedir. Bu durum, aslında çocuğun bir birey olarak hak sahibi olduğunu reddeden otoriter ve mülkiyetçi çocuk anlayışının bir sonucudur. Medya ise çocuk işçiliğini çoğu zaman “duygu sömürüsüne dayalı nostaljik hikâyelerle” sunarak sorunun yapısal nedenlerini perdelemektedir.

Ne Yapmalı?

Eğitime erişimin ücretsiz ve nitelikli hale getirilmesi,

Ailelere doğrudan sosyal yardım ve istihdam desteği sağlanması,

Çocuk işçiliğinin yoğun olduğu sektörlerde etkili denetimlerin artırılması,

Çocuk hakları konusunda eğitimlerin yaygınlaştırılması,

Ve en önemlisi, çocukları “ucuz iş gücü” olarak gören sistemin dönüşmesi gerekir.

Çünkü bir çocuğun çalışması değil, oynaması, öğrenmesi, hayal kurması gerekir. 12 Haziran, yalnızca bir farkındalık günü değil; aynı zamanda çocuk emeğinin sömürüsüne karşı güçlü bir toplumsal vicdan çağrısı olmalıdır.

Zamanında oynamamış, kitapla büyümemiş, eline kalem değil çekiç verilmiş bir çocuk, büyüdüğünde topluma ne kazandırabilir? Çocuk işçiliği, sadece bugünün değil, geleceğin de en büyük kaybıdır. Her çalışan çocuk, toplumun elinden kaçırdığı bir potansiyel, bastırılmış bir düş ve eksik kalan bir hikâyedir.

 

Nobel'in Gölgesinde Milliyetçilik

“Bilim etiği, tarafsızlık ve entelektüel sorumluluk bağlamında bir değerlendirme.”

İsmini anmak istemediğim Nobel ödülü almış bir sözde bilim insanının, kamuoyunun gözleri önünde belirli bir milliyetçi siyasi partinin sembolünü yapması, bilimsel ahlak ve entelektüel sorumluluk açısından ciddi biçimde sorgulanması gereken bir durumdur. Bilim, evrensel ilkelere, eleştirel düşünceye ve tarafsızlığa dayanır. Bu nedenle, bilimsel saygınlık taşıdığı varsayılan bir figürün ideolojik bir aidiyet göstergesiyle kendini konumlandırması, sadece kendi bireysel imajını değil, temsil ettiği tüm bilim camiasının tarafsızlığına ve güvenilirliğine gölge düşürmektedir.

Bilim insanı denildiğinde kamuoyunun zihninde oluşan ilk imge; akla, eleştiriye, deney ve gözleme dayalı, hakikati arayan, özgür düşünceli ve ideolojiler üstü bir figürdür. Bu figür özellikle bir Nobel ödülüyle taçlandığında, artık sadece kendi toplumunun değil, insanlığın ortak değerleriyle özdeşleşmiş bir konumda bulunur. Bu nedenle, böyle bir bilim insanının herhangi bir siyasi partinin sembolünü yapması — hele ki bu parti milliyetçi ideolojiyi merkezine almışsa — hem ahlaki hem de bilimsel sorumluluk açısından ciddi bir tartışmayı beraberinde getirir.

Bilim insanının temel görevi; hakikati, ideolojik angajmanlardan ve grup bağlılıklarından bağımsız bir şekilde araştırmak ve ortaya koymaktır. Bu nedenle bilimsel üretim, bireysel ya da kolektif siyasi çıkarlardan, duygusal aidiyetlerden ve özellikle de kutuplaştırıcı sembollerden arındırılmış olmalıdır. Bir bilim insanının, hele ki Nobel gibi insanlığa katkı üzerinden verilen bir ödüle layık görülmüş bir kişinin, milliyetçi bir siyasi partinin sembolünü yapması, bu tarafsızlık ilkesini gölgeler.

Milliyetçilik, tanımı gereği bir grubun ötekilerden üstün ya da daha öncelikli olduğu iddiasına dayanır. Bu da bilimin evrensel doğasıyla çelişir. Bilim, milliyetin değil insanlığın ortak malıdır; dolayısıyla bilimi temsil eden birinin milliyetçiliğin sembolik göstergelerine başvurması, bilim adına temsil ettiği evrensellik iddiasını zedeler.

Bir Nobel ödüllüsü, sıradan bir birey değildir. Sözleri, davranışları ve tercihleri, yalnızca bireysel değil toplumsal anlamda da etki yaratır. Bu nedenle bu tür figürlerin siyasi simgeleri kullanması, özellikle genç kuşaklarda bir "normalleştirme" etkisi yaratabilir. Bu da, akademik ortamların partizanlaşmasını, bilimin ideolojik yönelimlerle araçsallaştırılmasını hızlandırabilir.

Ayrıca, bir bilim insanının özellikle ayrımcı ve dışlayıcı politikalarıyla bilinen bir siyasi partinin işaretini yapması, o partinin sembollerini meşrulaştırma etkisi yaratır. Böylece bilim, eleştirmesi gereken bir ideolojik yapının onaylayıcısı konumuna düşer. Bu da "bilimsel bağımsızlık" ve "kamusal sorumluluk" ilkeleriyle ciddi bir çelişki doğurur.

Toplumun bir kesimi böyle bir durumda ilgili kişiye “sözde bilim adamı” yakıştırması yapabilir. Bu ifade, kişinin akademik başarılarını değil; bilim insanına yakışmayan etik dışı davranışları hedef alır. Zira bir bilim insanı sadece laboratuvarda yaptığı keşiflerle değil, kamusal alandaki duruşuyla da tanımlanır. Nazizm döneminde bilim insanlarının Hitler’e sadakat yemini etmesi, Sovyetler ‘de Lysenko’nun bilim dışı iddialarının politik nedenlerle desteklenmesi, bize bilimin siyasallaştığında nasıl yozlaştığını acı bir şekilde göstermektedir.

Nobel ödülü, bir bilim insanına verilmiş olabilir; ancak o ödül, o kişinin ebediyen her davranışının doğru olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, ödül sahibi olmak entelektüel sorumluluğu katlar. Bir bilim insanı, düşüncesiyle topluma ışık tutmak zorundadır; bir parti sembolüyle değil. Bilimi temsil eden bir figürün, milliyetçiliği ya da herhangi bir siyasi hareketi kutsayan simgelerle sahneye çıkması, bilimi özgürleştirmez, tersine araçsallaştırır ve sınırlandırır.

Bilim; herhangi bir etnik, dini ya da siyasi grubun tekelinde değil, evrensel vicdanın rehberliğindedir. Bu nedenle, bir Nobel ödüllüsünün siyasi bir partinin sembolünü yapması, sadece kendi bireysel imajını değil, bilimin güvenilirliğini de sarsar.

 

11.6.25

Yerelden Demokrasiye: Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı

"Yerel Özerklik Şartı, sadece bir hukuk belgesi değil; halkın yönetime katılma hakkının adıdır."

Türkiye’nin demokratikleşme süreciyle doğrudan bağlantılı olarak sıkça gündeme gelen konulardan biri, yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının artırılması, yani yerel özerklik meselesidir. Avrupa Konseyi’nin 1985 yılında kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, bu tartışmanın hukuki ve politik temel taşlarından birini oluşturur. Türkiye bu şartı 1988 yılında bazı çekincelerle onaylamış, ancak o tarihten bu yana birçok madde hâlâ uygulanmamaktadır.

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen ve üye ülkelere yerel yönetimlerin anayasal güvencelerle desteklenmesini öneren uluslararası bir sözleşmedir. Bu şartın temel ilkeleri şunlardır:

Yerel yönetimlerin, kendi kendini yönetme hakkı anayasa veya yasa ile tanınmalıdır.

Yerel yönetimler, kendi mali kaynaklarını özgürce kullanabilmeli ve gelirlerini belirleyebilmelidir.

Merkezi yönetim, yerel yönetimlerin yetki alanlarına müdahale etmemelidir.

Hizmetler yerinden yürütülmeli, yani subsidiarite ilkesi (yetkinin en yakın idari birimde olması) benimsenmelidir.

Yerel halk, temsili demokrasi çerçevesinde karar alma süreçlerine katılabilmelidir.

Türkiye, bu şartın bazı maddelerine çekince koymuştur. En kritik çekince, yerel yönetimlerin idari özerkliğine ilişkin hükümlerin uygulanmamasıdır.

DEM Parti (ve selef partileri olan DTP, BDP, HDP), yıllardır Kürt sorununa demokratik çözüm önerileri sunmakta ve bu kapsamda yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, yani yerel özerkliğin hayata geçirilmesini savunmaktadır. Bu talebin üç temel dayanağı vardır:

Yerinden yönetim, halkın karar alma süreçlerine katılımını artırır.

Yerel yönetimler, Kürtçe gibi anadillerde hizmet sunma kapasitesine sahip olur.

Merkezden atanan kayyımların yerel halk iradesini yok sayması, demokrasiye aykırıdır.

DEM Parti’nin “demokratik özerklik” talebi yalnızca kültürel ve dilsel hakları değil; eğitim, sağlık, çevre, ekonomi gibi alanlarda yerel karar alma mekanizmalarının gelişmesini içermektedir. Bu anlamda, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın çekincesiz şekilde uygulanması, partinin programatik hedeflerinden biriyle örtüşmektedir.

Yerel yönetimlerin özerklik şartına uygun biçimde güçlendirilmesi, özellikle DEM Parti tarafından yönetilen belediyelere şu alanlarda somut katkılar sağlayabilir:

Yerel özerklik ilkeleri, halkın seçtiği yerel yöneticilerin görevden keyfi olarak alınmasını önler. Böylece kayyım atamaları, uluslararası hukuk çerçevesinde meşruiyet zeminini kaybeder.

Belediyeler, Kürtçe kreşler, anadili temelli kültürel etkinlikler, yayınlar gibi hizmetleri daha serbestçe sunabilir. Merkezden gelen sansür ya da engellemelere karşı daha güçlü bir zemin oluşur.

Belediyelerin kendi gelir kaynaklarını oluşturması ve kullanma yetkisi artar. Böylece, merkezi hükümetin bütçeyi bir baskı aracı olarak kullanma pratiği zayıflar. Belediyeler, kendi önceliklerine göre sosyal projeler geliştirme imkânı bulur.

Yerel karar mekanizmaları, o bölgenin ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarına daha uygun çözümler geliştirebilir. Tarım, turizm, çevre gibi alanlarda yerel politikalarla istihdam artırılabilir.

Her ne kadar Türkiye Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı imzalamış olsa da uygulamada ciddi sorunlar vardır:

Merkeziyetçi yönetim anlayışı, yerel karar alma süreçlerini bastırmaktadır.

KHK ile görevden alma, seçilmiş yerel yöneticilerin halk iradesiyle bağını koparmaktadır.

Kürt meselesinin kriminalize edilmesi, yerel özerklik talebini güvenlikçi politikalarla bastırma yönünde bir eğilim yaratmaktadır.

Bu durum, sadece Kürt illerinde değil, tüm Türkiye’de demokratikleşme sürecini tıkayan bir unsur hâline gelmiştir.

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın çekincesiz ve etkili biçimde uygulanması, yalnızca DEM Partili belediyelerin değil, Türkiye’deki tüm yerel yönetimlerin güçlenmesini sağlayacaktır. Ancak bu uygulama, özellikle Kürt illerindeki belediyeler açısından kültürel haklar, dilsel çoğulculuk, yerel kalkınma ve demokratik temsiliyet gibi çok katmanlı faydalar doğuracaktır.

DEM Parti’nin bu talebi, herhangi bir “ayrılık” arzusunun değil, demokratik toplum düzenine geçişin bir aracıdır. Bu nedenle, yerel özerklik konusu Türkiye'nin sadece Kürt meselesi değil, demokrasi sorunu olarak ele alınmalıdır.

Kaynaklar:

1-Avrupa Konseyi: Avrupa Yerel Özyönetim Şartı (1985)

2-Türkiye Cumhuriyeti Resmî Gazetesi, 9 Mayıs 1992, 21247 Sayılı Mükerrer Yayın

3-Gül, M. (2019). Türkiye’de Yerel Yönetimlerde Demokratikleşme Sorunu. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi.

4-DEM Parti Seçim Bildirgeleri ve Program Belgeleri (2023)

5-Özdemir, Arslan, Belediyelerde Halkla İlişkiler, Sınırsız Yayınları,2017