Bu Blogda Ara

18.4.25

Eğitimde Disiplinin Sosyolojik Açıdan Önemi ve Toplumsal Etkileri


"Disiplin, başarıya giden yolda atılan en sağlam adımdır."

Son dönemlerde Türkiye'de en çok tartışılan konulardan biri okullarda pozitif disiplinin oluşturulamayışıdır. Geleneksel otoriter disiplin anlayışı ile öğrenci merkezli eğitim modelleri arasında bir denge kurulamaması, eğitim sisteminde ciddi sorunlara yol açmaktadır. Pozitif disiplin, öğrencilerin iç motivasyonlarını artırarak öğrenme süreçlerine daha aktif katılım göstermelerini sağlamayı amaçlarken, mevcut eğitim yapılarında bu anlayışın tam anlamıyla uygulanamaması, akademik başarıyı ve öğrenci-öğretmen ilişkilerini olumsuz etkilemektedir.

Eğitim, bireyin ve toplumun geleceğini şekillendiren en temel unsurlardan biridir. Bu sürecin başarılı ve verimli bir şekilde işleyebilmesi için disiplin, kritik bir rol oynamaktadır. Disiplin, yalnızca kurallara uymak anlamına gelmemekte, aynı zamanda bireysel ve toplumsal kalkınmayı destekleyen bir zihniyetin gelişimini de içermektedir. Eğitimde disiplin, bireylerin sistemli çalışma alışkanlığı kazanmasını, hedeflerine odaklanmasını ve topluma daha faydalı bireyler olmasını sağlar.

Eğitim sosyolojisi, eğitim sistemlerinin toplum içindeki işlevlerini ve etkilerini inceleyen bir disiplindir. Disiplin kavramı, bu bağlamda eğitim sisteminin sürekliliğini ve etkinliğini sağlayan temel unsurlardan biridir. Disiplinli bir eğitim sistemi, bireylerin sadece akademik başarı kazanmasına değil, aynı zamanda toplumsal rollerine daha iyi hazırlanmalarına da yardımcı olur.

Disiplin, bireylerin toplumsal kurallara ve normlara uyum sağlamasını kolaylaştırır. Sosyolog Emile Durkheim'a göre, eğitimin temel amacı, bireyleri topluma entegre etmek ve kolektif bilinç oluşturmaktır. Bu bağlamda, disiplin, bireylerin toplum içerisinde sorumluluk sahibi, saygılı ve çalışkan olmasını sağlayan bir mekanizma olarak işlev görür.

Toplumsal kalkınma, bireylerin iyi bir eğitim alması ve bu eğitimi verimli bir şekilde kullanabilmesiyle yakından ilgilidir. Disiplinli bireyler, meslek hayatlarında daha başarılı olur ve üretken bir toplumu oluştururlar. Endüstriyel ve teknolojik kalkınma ile eğitimde disiplin arasındaki ilişkiyi anlamak için Çin örneği incelenebilir. Çin, disiplinli eğitim anlayışı sayesinde bilim, teknoloji ve sanayi alanlarında dünyada öncü hale gelmiştir.

Eğitimde disiplin, bireyleri uzun vadeli düşünmeye ve hedeflerine sadık kalmaya teşvik eder. Pierre Bourdieu'ye göre, eğitim sistemleri bireylere belirli bir "kültürel sermaye" kazandırır. Bu sermaye, bireyin sosyo-ekonomik başarısını belirleyen en önemli faktörlerden biridir. Disiplinli bir eğitim, bireylerin bu kültürel sermayeyi etkin bir şekilde kullanmalarını sağlar ve toplumsal hareketliliği artırır.

Dijital dönüşüm ve yapay zekâ gibi alanlarda başarılı olabilmek için yalnızca yetenek yeterli değildir; sürekli öğrenme ve çalışma disiplini gerekmektedir. Çin’in, teknoloji alanındaki başarıları, disiplinli eğitim anlayışının bir sonucudur. 6 milyon dolar ve 2000 yonga gibi görece düşük bir bütçeyle geliştirdiği yapay zekâ modeli R1, bunun somut bir örneğidir. Disiplinli bireyler, sınırlı kaynaklarla bile yenilikçi ve verimli çözümler üretebilmektedir.

Eğitimde disiplin, ekonomik kalkınmayı da destekler. Disiplinli bireyler, çalışma hayatında daha üretken olur ve verimli çalışma alışkanlıkları geliştirir. Bu durum, toplumsal refahı artırır ve bir ülkenin rekabet gücünü yüksek seviyeye çıkarır.

Eğitimde disiplin, bireylerin sadece akademik başarılarını değil, aynı zamanda toplumsal kalkınmaya katkı sağlayan bireyler olmalarını da destekler. Sosyolojik açıdan bakıldığında, disiplin, bireyin toplum içindeki rolünü daha iyi anlamasını ve topluma entegrasyonunu kolaylaştırır. Çin gibi disiplinli eğitim sistemine sahip ülkeler, ekonomik ve teknolojik büyümelerini büyük ölçüde bu yaklaşıma borçludur. Bu nedenle, eğitim politikalarında disiplinin ön plana çıkarılması, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde büyük faydalar sağlayacaktır.

Okullarda Yabancı Dil Eğitimi: Gerçekler ve Çözümler


"Bir dil öğrenmek, yeni bir dünya inşa etmektir; kelimeler köprüdür, iletişim ise o dünyayı yaşatan ruhtur."

Yabancı dil eğitiminin temel amacı, bireylerin farklı bir dilde iletişim kurma becerisi kazanmasını sağlamaktır. Ancak Türkiye'deki eğitim sisteminde bu hedefe ulaşmak, çeşitli yapısal ve pedagojik engeller nedeniyle mümkün olmamaktadır. Peki, bu sorunların kökeninde ne var ve çözümler neler olabilir?

                Müfredatlar genellikle dilbilgisi ve kelime ezberine odaklanmakta, dinleme ve konuşma gibi pratik beceriler ihmal edilmektedir. Öğrenciler, bir dili yaşamın içinde kullanmaktan çok, sınav odaklı öğrenime yönlendirilmektedir. 

                Yabancı dil öğretmenlerinin yeterlilik seviyeleri büyük farklılık göstermektedir. Birçok öğretmen, yabancı dili yalnızca teorik düzeyde öğrenmiş olup, ana dil düzeyinde konuşma pratiğine sahip değildir. Ayrıca, düşük maaşlar ve motivasyon eksikliği de öğretim kalitesini olumsuz etkilemektedir.

                Geleneksel öğretim yöntemleri, teknolojinin ve çağdaş pedagojinin sunduğu fırsatlara ayak uyduramamaktadır. Daha etkileşimli, öğrenci merkezli ve teknoloji destekli yöntemlerin eksikliği, öğrencilerin ilgisini kaybetmesine yol açmaktadır.

                 Mevcut sınavlar genellikle dilbilgisi ve kelime bilgisini ölçmekte, dinleme ve konuşma becerilerini göz ardı etmektedir. Bu durum, öğrencilerin dili gerçek hayatta kullanma yeteneğini geliştirmesini engellemektedir.

               Öğrenciler öğrendikleri dili kullanabilecekleri yeterli ortama sahip değildir. Dil kulüpleri, yabancı misafirlerle etkileşim veya uluslararası projeler gibi fırsatların olmaması, dil öğreniminin günlük hayata aktarılmasını güçleştirmektedir.

                Ekonomik durum, yabancı dil öğreniminde belirleyici bir faktördür. Maddi olanakları kısıtlı ailelerin çocukları özel dil kurslarına erişemezken, bazı aileler yabancı dil öğreniminin Türkçeyi olumsuz etkileyebileceğine inanarak çocuklarını bu süreçten uzak tutmaktadır.

Çözümler

   Dil eğitimine daha fazla zaman ayrılmalı, müfredat dinleme, konuşma, okuma ve yazma becerileri arasında dengeli bir dağılım sağlamalıdır.

   Öğretmenlerin hem pedagojik hem de dilsel yeterliliklerini artıracak eğitim programları hayata geçirilmelidir. Ayrıca, öğretmenlere mesleklerinde motivasyon sağlayacak özlük hakları sunulmalıdır.

               Daha modern ve etkileşimli yöntemler kullanılmalı, sanal gerçeklik, dil öğrenme uygulamaları ve çevrimiçi platformlar gibi teknolojiler entegre edilmelidir.

                 Sınavlar, dil becerilerinin tamamını değerlendirecek şekilde yeniden tasarlanmalı, özellikle konuşma ve dinleme becerilerine ağırlık verilmelidir.

                 Dil pratik kulüpleri, değişim programları ve yabancı dil konuşma günleri gibi etkinliklerle öğrencilerin dili aktif olarak kullanmaları sağlanmalıdır.

               Dezavantajlı öğrencilere yönelik ücretsiz dil eğitim programları sunulmalı ve ekonomik engeller azaltılmalıdır.

               Aileler ve öğrenciler, yabancı dil öğreniminin uzun vadeli faydaları konusunda bilgilendirilmelidir. Bu süreçte medya ve kamu kampanyaları etkin rol oynayabilir.

Yabancı dil öğrenimi, bireylerin yalnızca akademik başarılarına değil, aynı zamanda özgüven ve global vatandaşlık bilincine de katkı sağlar. Bu nedenle, Türkiye'nin eğitim sisteminde kapsamlı bir dil eğitimi reformu gerçekleştirilmesi, öğrencilerin gelecekteki başarıları için hayati önem taşımaktadır.

 

Çocuğunun Kitap Okumasını İsteyen Ebeveynler, Önce Kendileri Kitap Okumalı


"Çocuklar kitap okumayı kulaklarıyla değil, gözleriyle öğrenir; onlara söylemek yetmez, göstermek gerekir."

Kitap okumak, özellikle öğrenciler için büyük bir önem taşır ve akademik başarıya giden yolda en önemli anahtarlardan biridir. Günümüzde birçok çocuk ve genç, dijital mecralarla daha fazla vakit geçirirken, geçmişte evlerde ebeveynler kitap okuyarak çocuklarına güçlü bir rol model olurdu. Düzenli okuma alışkanlığı, sadece sınav kazanmaya değil, aynı zamanda düşünme becerilerinin gelişmesine, kelime dağarcığının zenginleşmesine ve analitik düşünme yetisinin güçlenmesine de katkı sağlar. Bu nedenle, kitap okuma kültürünü canlandırmak ve çocuklara kazandırmak için ebeveynlerin örnek olması büyük bir gerekliliktir.

Çocukların kitap okuma alışkanlığı kazanması, akademik başarılarının yanı sıra bilişsel, duygusal ve sosyal gelişimleri için de büyük önem taşır. Ancak birçok ebeveyn, çocuklarının kitap okuma alışkanlığı kazanmadığından şikâyet ederken, kendilerinin düzenli bir okuma pratiğine sahip olup olmadığını göz ardı ediyor. Oysa çocukların davranışlarını belirleyen en önemli faktörlerden biri model almadır. Bu nedenle ebeveynler, çocuklarının kitap okumasını istiyorsa, öncelikle kendileri düzenli olarak kitap okumalıdır. 

Çocuklar, özellikle okul öncesi ve ilkokul çağlarında, ebeveynlerini rol model olarak görürler. Bir çocuk, ebeveyninin televizyon karşısında saatlerce vakit geçirdiğini, sürekli telefonla meşgul olduğunu görürken, ondan kitap okumasını beklemek gerçekçi değildir. Çocuklar, sözlerden çok eylemlerle öğrenir. Eğer bir ebeveyn, eline düzenli olarak kitap alıyor, kitaplardan heyecanla bahsediyor ve okuma anlarını keyifli hâle getiriyorsa, çocuk da bunu taklit etmeye daha yatkın olacaktır. 

Ebeveynlerin düzenli kitap okuması, çocuk için sadece bir örnek oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda evde bir “okuma kültürü” yaratılmasına da yardımcı olur. Evde kitapların kolay ulaşılabilir olması, ortak kitap okuma saatlerinin belirlenmesi, kütüphane ziyaretlerinin yapılması gibi küçük adımlar, çocukların okuma alışkanlığı kazanmasını destekler. 

Özellikle küçük yaş gruplarında ebeveynin sadece kendi başına kitap okuması yeterli olmayabilir. Çocuklarla birlikte kitap okumak, onlara hikâyeler anlatmak ve kitap içerikleri üzerine konuşmak, okuma alışkanlığının pekişmesini sağlar. Çocuklarla okunan kitaplar üzerine konuşmak, karakterlerin duygularını, hikâyenin akışını tartışmak, onların hayal gücünü ve eleştirel düşünme becerilerini geliştirecektir. 

Çocuklar için kitap okuma, bir zorunluluk ya da ders gibi hissettirilmemelidir. Kitap okumayı cezalandırma veya ödüllendirme aracı hâline getirmek yerine, “doğal bir günlük aktivite” olarak sunmak gerekir. Çocuğun yaşına ve ilgi alanına uygun kitapların seçilmesi, birlikte kütüphane veya kitapçı gezileri yapılması, okuma köşesi oluşturulması gibi uygulamalar, okumanın eğlenceli bir alışkanlık olarak benimsenmesine yardımcı olur. 

Çocukların kitap okuma alışkanlığı kazanmasını sağlamak için ebeveynlerin kendilerinin de bu alışkanlığa sahip olması büyük önem taşır. Çocuklar ebeveynlerinin tutumlarını, alışkanlıklarını ve önceliklerini gözlemleyerek öğrenirler. Eğer bir evde kitap okumak doğal bir rutin hâline gelirse, çocuklar da bu kültürü içselleştirecek ve kitap okumayı bir zorunluluktan ziyade keyifli bir aktivite olarak görecektir. Unutmayın, “çocuğunuzun kitap okumasını istiyorsanız, önce siz okuyun!”

Demokratik Eğitim Anlayışı: Teori, Pratik ve Türkiye Gerçeği

"Gerçek demokrasi, çocuğun sınıfta özgürce konuşabildiği an başlar."

Demokratik eğitim, bireylerin özgür düşünce, eleştirel sorgulama, toplumsal katılım ve eşitlik gibi demokratik değerleri içselleştirmesini hedefleyen bir eğitim paradigmasıdır. Bu yaklaşım, eğitimi yalnızca bilgi aktarımı olarak görmez; aynı zamanda bireylerin demokratik bir toplumun aktif, sorumlu ve bilinçli üyeleri olmalarını sağlamayı amaçlar. Demokratik eğitim, bireylerin yalnızca kendi haklarını değil, başkalarının haklarını da anlamasını ve saygı göstermesini teşvik eder.

Demokratik eğitim, eğitim felsefesinin önemli isimlerinden John Dewey’in (1916) fikirlerine dayanan bir kavramdır. Dewey, Democracy and Education adlı eserinde, eğitimin bir yaşam biçimi olduğunu ve bireylerin toplumsal sorunlara çözüm üretme yeteneğini geliştirmesi gerektiğini savunur. Ona göre, eğitim, bireylerin demokratik süreçlere katılımını sağlayacak beceriler kazandırarak toplumun demokratik yapısını güçlendirmelidir. Dewey’in bu görüşü, demokratik eğitimin temel taşını oluşturur: Eğitim, bireyleri pasif alıcılar olmaktan çıkararak aktif katılımcılar haline getirmelidir.

Paulo Freire (2000), Pedagogy of the Oppressed adlı eserinde, demokratik eğitimin özgürleştirici bir süreç olduğunu vurgular. Freire’ye göre, geleneksel “bankacı eğitim modeli” (bilginin öğrenciye aktarılması), bireyleri edilgenleştirir ve eleştirel düşünme yeteneğini köreltir. Bunun yerine, öğretmen ve öğrenci arasında diyaloga dayalı, karşılıklı öğrenme süreçleri kurulmalıdır. Bu yaklaşım, demokratik eğitimin diyalog, işbirliği ve eleştirel pedagojiye dayalı olduğunu gösterir.

Michael Apple ve James Beane (2007), demokratik eğitimin yalnızca bireysel özgürlükleri değil, aynı zamanda sosyal adaleti ve toplumsal katılımı da teşvik etmesi gerektiğini belirtir. Demokratik eğitim, bireylerin yalnızca akademik başarıya değil, aynı zamanda toplumsal sorunlara duyarlılık geliştirmeye odaklanması gerektiğini savunur. Bu bağlamda, demokratik eğitim, bireylerin kendileri için değil, toplumun ortak iyiliği için de sorumlu bireyler olmalarını hedefler.

Demokratik Eğitimin Temel İlkeleri 

Demokratik eğitim, belirli ilkeler etrafında şekillenir. Bu ilkeler, eğitimin hem içeriğini hem de uygulamasını belirler:

Demokratik eğitim, öğrencilerin eğitim sürecine aktif olarak katılmasını gerektirir. Öğrenciler, ders içeriği, sınıf kuralları ve değerlendirme süreçleri gibi konularda söz sahibi olmalıdır. Katılım, öğrencilerin özgüvenini artırır ve sorumluluk duygusunu pekiştirir. 

Demokratik eğitim, her bireyin eşit haklara sahip olduğu bir öğrenme ortamı yaratmayı amaçlar. Cinsiyet, etnik köken, sosyoekonomik durum veya diğer farklılıklar gözetilmeksizin tüm öğrenciler eşit muamele görmelidir. 

Demokratik eğitim, öğrencilerin sorgulayıcı ve analitik düşünme becerilerini geliştirmesini teşvik eder. Bu, öğrencilerin toplumsal sorunları anlamasını ve çözüm önerileri üretmesini sağlar. 

Demokratik eğitim, bireylerin özgürce düşüncelerini ifade edebileceği bir ortam sunar. Ancak bu özgürlük, başkalarının haklarına saygı gösterme sorumluluğuyla dengelenmelidir. 

Demokratik eğitim, farklı kültürel, sosyal ve ideolojik bakış açılarına saygı gösterir. Çoğulcu bir yaklaşım, öğrencilerin farklılıkları anlamasını ve bunlara değer vermesini sağlar. 

Demokratik eğitim, toplumsal eşitsizliklere karşı duyarlılık geliştirmeyi ve adil bir toplum inşa etmeyi hedefler. Öğrenciler, sosyal adalet konularında farkındalık kazanmalı ve bu konuda aktif rol almalıdır.

 

Demokratik Eğitim Nasıl Uygulanmalıdır? 

Demokratik eğitimin uygulanması, eğitim sisteminin tüm bileşenlerini kapsayan bütüncül bir yaklaşım gerektirir. Aşağıda, demokratik eğitimin uygulanmasına yönelik temel öneriler ayrıntılı bir şekilde sunulmaktadır:

Demokratik eğitim, öğrencilerin pasif alıcılar olmaktan çıkarak aktif katılımcılar haline geldiği öğrenme ortamlarını gerektirir. Örneğin, proje tabanlı öğrenme, grup tartışmaları ve işbirlikçi öğrenme etkinlikleri, öğrencilerin katılımını artırır. Wolk (1998), bu tür yöntemlerin öğrencilerin problem çözme ve eleştirel düşünme becerilerini geliştirdiğini belirtir. Ayrıca, öğrencilerin sınıf kurallarını belirlemede veya ders içeriğini şekillendirmede söz sahibi olması, demokratik katılımı güçlendirir. 

Demokratik eğitimde öğretmen, otoriter bir figür olmaktan ziyade bir rehber ve kolaylaştırıcıdır. Öğretmen, öğrencilerin fikirlerini dinlemeli, farklı bakış açılarını teşvik etmeli ve diyalog yoluyla öğrenme sürecini zenginleştirmelidir. Freire’nin (2000) diyalog temelli pedagojisi, öğretmenin öğrencilerle eşit bir ilişki kurmasını ve onların deneyimlerini öğrenme sürecine entegre etmesini önerir.  

Demokratik eğitim, farklı kültürel, sosyal ve etnik kökenlerden gelen öğrencilerin ihtiyaçlarını dikkate almalıdır. James Banks (2008), çok kültürlü eğitimin, öğrencilerin farklılıklara saygı duymasını ve demokratik bir toplumun gerektirdiği kapsayıcılığı öğrenmesini sağladığını belirtir. Örneğin, müfredatta farklı kültürel anlatılar, tarihsel olaylar ve toplumsal hareketler yer almalıdır. 

Demokratik eğitim, öğrencilerin toplumsal sorunları sorgulamasını ve çözüm önerileri üretmesini teşvik eder. Çevre sorunları, sosyal adaletsizlik, insan hakları ve cinsiyet eşitliği gibi konular, müfredata entegre edilerek öğrencilerin bu konularda farkındalık geliştirmesi sağlanabilir. Giroux (1988), eleştirel pedagojinin, öğrencilerin toplumsal yapıların eleştirel bir analizini yapmasını sağladığını savunur. 

Demokratik eğitim, yalnızca sınıf içi uygulamalarla sınırlı kalmamalı, okul yönetiminde de uygulanmalıdır. Öğrenci konseyleri, veli-öğretmen işbirlikleri ve okul politikalarının oluşturulmasında paydaşların katılımı, demokratik bir okul kültürünün temel taşlarıdır. Apple ve Beane (2007), demokratik okulların, tüm paydaşların karar alma süreçlerine dahil olduğu yapılar olduğunu vurgular. 

Demokratik eğitimde değerlendirme, yalnızca sınav odaklı bir başarı ölçümü değil, öğrencilerin bireysel gelişimlerini ve katılım düzeylerini de dikkate alan bir süreç olmalıdır. Örneğin, öz değerlendirme, akran değerlendirmesi ve proje tabanlı değerlendirmeler, öğrencilerin öğrenme sürecine daha fazla dahil olmasını sağlar. 

Türkiye Bağlamında Demokratik Eğitim: Zorluklar ve Çözüm Önerileri 

Türkiye’de eğitim sistemi, merkeziyetçi yapısı, sınav odaklı müfredatı ve standartlaştırılmış testlere odaklanması nedeniyle demokratik eğitimin uygulanmasında çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadır. Aşağıda, Türkiye bağlamında demokratik eğitimin durumu ve çözüm önerileri detaylı bir şekilde ele alınmaktadır:

Zorluklar

Türkiye’de eğitim müfredatı, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından merkezi bir şekilde belirlenir. Bu durum, öğretmenlerin ve öğrencilerin müfredatı yerel ihtiyaçlara göre uyarlama özgürlüğünü kısıtlar. 

Liseye ve üniversiteye giriş sınavları, öğrencilerin eleştirel düşünme ve yaratıcılık becerilerini geliştirmekten ziyade ezberci bir öğrenme yaklaşımına yönelmelerine neden olur. 

Demokratik eğitim, öğretmenlerin rehber ve kolaylaştırıcı bir rol üstlenmesini gerektirir. Ancak, Türkiye’de öğretmen yetiştirme programları genellikle geleneksel pedagojiye odaklanır ve demokratik eğitim yaklaşımlarına yeterince yer vermez (Üstün, 2016). 

Türkiye’nin çok kültürlü yapısına rağmen, eğitim sistemi genellikle tek tip bir kültürel anlatıya odaklanır. Bu durum, farklı kimliklerden gelen öğrencilerin kapsayıcılık hissini zayıflatabilir. 

Çözüm Önerileri

Müfredat, eleştirel düşünme, sosyal adalet ve çok kültürlülük gibi konuları içerecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Örneğin, proje tabanlı öğrenme ve tartışma etkinlikleri müfredata entegre edilebilir. 

Öğretmen yetiştirme programlarında demokratik eğitim yaklaşımlarına daha fazla yer verilmelidir. Öğretmenler, eleştirel pedagoji, çok kültürlü eğitim ve diyalog temelli öğretim yöntemleri konusunda hizmet içi eğitim almalıdır. 

Okullarda öğrenci konseyleri ve veli-öğretmen işbirlikleri güçlendirilerek okul yönetiminde demokratik katılım artırılmalıdır. 

Sınav odaklı eğitim yerine, öğrencilerin bireysel gelişimlerini ve yaratıcılıklarını ölçen değerlendirme yöntemleri benimsenmelidir. 

Müfredatta farklı kültürel anlatılara ve toplumsal hareketlere yer verilerek öğrencilerin kapsayıcılık bilinci geliştirilmelidir. 

Üstün (2016), Türkiye’de demokratik eğitimin yaygınlaşması için öğretmen eğitimi, müfredat reformu ve okul yönetiminde demokratik süreçlerin güçlendirilmesi gerektiğini vurgular. Ayrıca, öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirecek etkinliklerin müfredata daha fazla entegre edilmesi önerilmektedir.

Demokratik Eğitimin Toplumsal Etkileri 

Demokratik eğitim, bireylerin yalnızca akademik başarı değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluk bilinci kazanmasını sağlar. Bu yaklaşım, aşağıdaki toplumsal etkileri yaratır: 

Demokratik eğitim, bireylerin toplumsal sorunlara duyarlılık geliştirmesini ve demokratik süreçlere aktif olarak katılmasını teşvik eder. 

Demokratik eğitim, toplumsal eşitsizliklere karşı farkındalık yaratır ve bireylerin adil bir toplum için çalışmasını sağlar. 

Farklı kültürel ve sosyal kimliklere saygı gösteren bir eğitim, daha kapsayıcı ve hoşgörülü bir toplum inşa eder. 

Demokratik eğitim, bireylerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirerek manipülasyona karşı dirençli olmalarını sağlar.

Demokratik eğitim, bireylerin özgür düşünce, eleştirel sorgulama, toplumsal katılım ve eşitlik gibi değerleri içselleştirmesini sağlayarak demokratik bir toplumun inşasına katkıda bulunur. Katılım, eşitlik, eleştirel düşünme, özgürlük, sorumluluk ve çoğulculuk gibi ilkeler, bu eğitimin temel taşlarını oluşturur. Demokratik eğitimin uygulanması için katılımcı öğrenme ortamları, rehber öğretmenler, çok kültürlü yaklaşımlar, eleştirel pedagoji ve demokratik okul yönetimi kritik öneme sahiptir. Türkiye’de ise merkeziyetçi eğitim sistemi, sınav odaklı müfredat ve öğretmen eğitimi gibi zorluklar, demokratik eğitimin yaygınlaşmasını engellemektedir. Bu zorlukların aşılması için müfredat reformu, öğretmen eğitimi ve okul yönetiminde demokratik süreçlerin güçlendirilmesi gerekmektedir. Demokratik eğitim, bireylerin yalnızca kendileri için değil, toplumun ortak iyiliği için de sorumlu bireyler olmalarını sağlayarak daha adil, özgür ve kapsayıcı bir dünya inşa etmeye katkıda bulunur.

Kaynakça 

1. Apple, M. W. ve Beane, J. A. (2007). Demokratik Okullar: Güçlü Eğitimde Dersler. Portsmouth: Heinemann.

2. Banks, J. A. (2008). Çok Kültürlü Eğitime Giriş. Boston: Pearson.

3. Dewey, J. (1916). Demokrasi ve Eğitim. New York: Macmillan.

4. Freire, P. (2000). Ezilenlerin Pedagojisi. New York: Continuum.

5. Giroux, H. A. (1988). Entelektüeller Olarak Öğretmenler: Öğrenmenin Eleştirel Pedagojisine Doğru. Westport: Bergin ve Garvey.

6. Üstün, A. (2016). Türkiye’de Demokratik Eğitim: Sorunlar ve Çözüm Önerileri. Eğitim ve Bilim, 41(185), 123-136.

7. Wolk, S. (1998). Demokratik Bir Sınıf. Portsmouth: Heinemann.

17.4.25

Sırrı Süreyya Önder, Barış ve Diyarbakır


"Sırrı Süreyya Önder, sadece bir isim değil; barışın, vicdanın ve halkın sesi olma cesaretidir."

Bazı insanlar vardır; kelimeleri sadece cümle kurmak için değil, yaraları sarmak, kalplere dokunmak ve gelecek kuşaklara onurlu bir miras bırakmak için kullanır. Sırrı Süreyya Önder, bu toprakların tanıklık ettiği o nadir insanlardan biridir. Hem bir ozan hem bir siyasetçi hem bir anlatıcı hem bir yaralı yürek... Ama en çok da barışa adanmış bir ses. Kürt’üyle, Türk'üyle, Laz'ıyla, Ermeni’siyle, Arabıyla,Alevisiyle,Sunnisiyle,Müslümanıyla,Hristyanıyla,Ateistiyle… bu ülkenin bütün renklerini aynı şiirin içinde buluşturmanın neferi oldu. Kendisini bir etiketin içine hapsetmedi. Ne bir partinin ne de bir kimliğin yalnızca temsilcisi olmadı. O, bastırılan ne varsa, onun yanına koştu. Çünkü onun tarafı belli: Mazlumdan, yoksuldan, susturulandan yanaydı.

O, bir şiirin gölgesinde büyüttü inancını barışa. Tankların, dikenli tellerin ve susturulmuş ağıtların arasından geçerek geldi. Belki de o yüzden onun "barış" dediği cümleler, kuru bir siyasi söylem değil, memleketin en derin acılarına dokunan, içli bir ninnidir. Barış onun için bir müzakere değil, bir anneler duası, bir çocuğun kardeşiyle oynarken güldüğü andır.

Ve Diyarbakır… Ah, Diyarbakır… Sur'un taşında, Hevsel’in yeşilinde, Dicle'nin çağlayanında yankılanan bir ses gibi Önder’in yüreğinde hep ayrı bir yerdedir. Diyarbakır onun için sadece bir şehir değil; kaybolan çocukluğumuzun, bastırılan dillerin, yarım kalmış sevdaların yurdudur. Orada susmak bile bir başkaldırıdır bazen. Ve konuşmak, yaşamak kadar cesur bir eylem...

O, Meclis kürsüsünden konuştuğunda Diyarbakır’ın taş sokakları duydu onu. Gözaltında kaybolanların anneleri duydu. Barış umudunu çaldıkları her sabah, o sessizliğe karşı bir türkü gibi dikildi. “Bir halkın dili yasaksa, o halkın yüreği susturulmuştur” dedi. Ve kendi yüreğini açtı milyonlara.

Kendisine her “sus” dediklerinde daha yüksek sesle barışı söyledi. Kendi yarasını açıkta bırakarak başkasının yarasına merhem olmaya çalıştı. Sürgünlere, ölümlere, ihanete rağmen bir adım geri atmadı. Çünkü o, barışa sadece inanmadı; barışın kendisi olmaya çalıştı.

Bugün hâlâ Diyarbakır’ın sabahlarında yankılanıyorsa barışın umudu, Sırrı Süreyya Önder gibi yüreklerin sayesindedir. Onun kaleminde barış bir vaat değil, bir vasiyettir.

Ve bizler, o vasiyetin tanıklarıyız…

Şimdi ise yüreği gerçekten yoruldu. Son geçirdiği kalp kriziyle birlikte bir kez daha hatırladık: Onun gibi yürekler kolay yetişmiyor bu topraklarda. Onun sesi, yalnızca bir düşün değil, bir halkın geleceğe dair özlemidir. Dualarımızda, içten dileklerimizde onun bir an önce sağlığına kavuşmasını istiyoruz. Çünkü bu memleketin, bu halkın, barışın yolculuğunda onun gibi vicdanlara, onun gibi kalemlere, onun gibi cesur yüreklere hâlâ çok ihtiyacı var.

Geçmiş olsun Sırrı Süreyya Önder… Yüreğin yeniden dirilsin. Çünkü barış, sen olmadan eksik kalır.

15.4.25

Proje Okullarında Liyakat Erozyonu

"Liyakatin olmadığı yerde, eğitim değil yalnızca itaat büyür.”

Türkiye’de uzun süredir eğitim politikaları ciddi bir dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşüm, kimi zaman olumlu reformlarla kimi zaman da uygulamada karşılaşılan sorunlarla şekilleniyor. Ancak son dönemde proje okullarında görev yapan yüzlerce deneyimli öğretmenin iradeleri dışında görevlerinden alınması, eğitimde liyakat ilkesinin ciddi biçimde zedelendiğine işaret ediyor.

Proje okulları ülke içinde ve ülke dışında yerli veya yabancı kurum, kuruluş veya diğer ülkelerle iş birliği anlaşmaları çerçevesinde kurulan, ulusal veya uluslararası proje yürüten ve belirli eğitim reformu ile programları uygulayan okullardır. Bu okullar, geleneksel eğitim sisteminin sınırlarını aşarak, öğrencilerin yaratıcılıklarını geliştirmelerine olanak tanır. Örneğin, proje bazlı öğrenme yöntemleri sayesinde, öğrenciler gerçek dünya problemleri üzerinde çalışarak pratik beceriler kazanır. Bu durum, onların analitik düşünme yeteneklerini de artırır. 2025 yılı itibarıyla Türkiye'de yaklaşık 2.200 proje okulu bulunmaktadır.

Proje okulları, Türkiye’nin dört bir yanında sınavla öğrenci alan, başarı düzeyi yüksek liseler olarak tanımlanıyor. Bu okullarda görev yapan öğretmenler de genellikle yılların deneyimine sahip, alanında yetkin, öğrenciye hem akademik hem kişisel olarak katkı sağlayan eğitimcilerden oluşuyor. Ancak son günlerde, bu okullarda görev yapan birçok nitelikli öğretmenin görevlerine son verildiği, yerlerine ise çoğu zaman liyakat esasına dayanmayan atamaların yapıldığı gözlemleniyor.

Bu durumun yarattığı olumsuz sonuçlar:

Bir okulun gerçek başarısı yalnızca öğrencilerin sınavlarda elde ettiği puanlarla ya da üniversiteye yerleşme oranlarıyla ölçülemez. Asıl başarı, okulun zaman içerisinde inşa ettiği eğitim kültürü, öğrenciye kazandırdığı insani değerler, toplumsal katkısı ve içinde barındırdığı bilgi birikimiyle değerlendirilmelidir. Bu da büyük ölçüde, o okulda uzun yıllar görev yapmış, hem öğrencileri hem de meslektaşları nezdinde güven kazanmış, tecrübeli öğretmenlerin emeğiyle mümkün olur. Deneyimli öğretmenler, yalnızca ders anlatan kişiler değil; aynı zamanda okulun kimliğini oluşturan, kriz anlarında yön gösteren, genç öğretmenlere rol model olan ve öğrencilere akademik başarının ötesinde yaşam becerileri kazandıran rehberlerdir. Bu öğretmenlerin sistem dışına itilmesi, yalnızca bireysel bir kayıp değil, aynı zamanda kurumun yıllar içinde oluşturduğu pedagojik mirasın da silinmesi anlamına gelir. Okulun yazılı olmayan kuralları, dayanışma biçimi, öğrenciyle kurduğu özel bağlar ve eğitimdeki özgün yaklaşımı, işte bu öğretmenlerin katkılarıyla şekillenir. Onların yokluğunda, okulun geçmişle olan bağları kopar, gelenekleri zayıflar ve her yeni dönemde sıfırdan bir düzen kurulmak zorunda kalınır. Bu da hem okulun sürekliliğini hem de öğrenci başarısını olumsuz etkileyen, derin yapısal sorunlara yol açan bir durumdur.

Bu okullara yüksek bir rekabetle, yoğun bir sınav sürecinden geçerek yerleşen öğrenciler; yalnızca akademik başarı değil, aynı zamanda nitelikli bir eğitim ortamı, güçlü bir öğretmen kadrosu ve geleceğe dair umutla dolu bir öğrenme süreci beklemektedir. Proje okullarının sunduğu ayrıcalıklı eğitim, öğrenciler için bir ödül değil; zorlu çalışmalarının doğal bir karşılığı olarak görülür. Ancak bu okullarda yıllardır görev yapan deneyimli öğretmenlerin ani ve gerekçesiz bir şekilde görevlerinden alınması, hem eğitimin sürekliliğini bozmakta hem de öğrenciler üzerinde ciddi bir belirsizlik duygusu yaratmaktadır. Öğretmen-öğrenci arasında zamanla kurulan güven bağı sarsıldığında, bu durum doğrudan öğrencilerin motivasyonuna, akademik gelişimlerine ve okul aidiyetine olumsuz yansımaktadır. Sürekli değişen kadrolar, öğrencilerin uyum sürecini uzatmakta, öğrenme atmosferini zayıflatmakta ve eğitim kalitesini geriletmektedir. Eğitimde istikrarın ve başarının temelinde nitelikli öğretmenler yer alırken, bu öğretmenlerin sistem dışına itilmesi öğrencilerin hayal ettikleri kaliteli eğitimle aralarına mesafe koymaktadır.

Eğitim, yalnızca bireylerin değil, bir toplumun geleceğini inşa eden en temel alandır. Böylesine hayati bir alanda, öğretmen atamalarında liyakat yerine siyasi ya da kişisel sadakat gibi sübjektif kriterlerin esas alınması, hem eğitim sistemine hem de toplumsal adalet anlayışına ciddi zararlar vermektedir. Öğretmenlik, uzmanlık, sabır, özveri ve etik sorumluluk gerektiren bir meslektir; bu nedenle bu mesleği icra eden bireylerin göreve geliş süreçleri mutlak surette objektif, şeffaf ve adil ilkeler doğrultusunda şekillenmelidir. Ancak son yıllarda, özellikle proje okulları gibi yüksek başarı beklentisinin olduğu kurumlarda yapılan atamalarda, eğitimcilerin mesleki yeterlikleri ve deneyimlerinden çok, siyasi görüşleri ya da belirli gruplarla olan yakınlıkları dikkate alınarak tercihler yapılmaktadır. Bu durum, kamu vicdanını derinden yaralamakta, öğretmenlik mesleğine olan güveni zedelemekte ve genç nesillerin eğitimde fırsat eşitliğine ulaşma umudunu kırmaktadır. Liyakat ilkesinin göz ardı edilmesi, sadece bireysel mağduriyetlere değil, aynı zamanda toplumsal birikimin ve insan kaynağının heba edilmesine de neden olmaktadır. Unutulmamalıdır ki, ideolojik sadakatle değil, mesleki ehliyetle yapılan atamalar; güçlü bir eğitim sisteminin ve sağlıklı bir toplumun temel taşıdır.

İrade dışında görevden alınan öğretmenlerin yerine yapılan görevlendirmeler, yalnızca görevden alınan eğitimcileri değil, görevine devam eden öğretmenleri de derinden etkilemektedir. Bu tür uygulamalar, okul ortamında ciddi bir huzursuzluk ve güvensizlik iklimi yaratmaktadır. Özellikle hiçbir somut gerekçe sunulmadan veya mesleki yeterlilik dikkate alınmadan yapılan bu görev değişiklikleri, kalan öğretmenler üzerinde ağır bir psikolojik baskı oluşturmaktadır. Eğitimciler, uzun yıllar emek verdikleri kurumlardan bir gün aniden uzaklaştırılabilecekleri düşüncesiyle kendilerini güvende hissetmemekte, bu da mesleki motivasyonlarını ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Her an görevden alınma riskiyle karşı karşıya olan bir öğretmenin, öğrencilerine ilham verecek, yenilikçi ve üretken bir eğitim anlayışını sürdürmesi mümkün değildir. Bu tür bir kaygı ortamı, öğretmenlerin yaratıcı enerjilerini, inisiyatif alma isteklerini ve mesleki gelişim çabalarını köreltmekte, işlerini yalnızca bir formalite olarak görmelerine neden olmaktadır. Öğretmenlik gibi yüksek düzeyde özveri ve idealizm gerektiren bir meslekte, bu tür tedirginliklerin sürekli hale gelmesi, eğitim kurumlarını yalnızca bilgi aktarım merkezlerine indirgerken; öğrenci-öğretmen ilişkisini de güven ve samimiyetten uzak, yüzeysel bir hale getirmektedir. Sonuç olarak, öğretmenler arasında "yarın ne olacak" sorusu bir rutine dönüştükçe, eğitim sisteminin sağlam temeller üzerine kurulması da giderek imkânsız hale gelmektedir.

Eğitimde sürdürülebilir başarı ancak liyakatli, deneyimli ve adil şekilde görevlendirilmiş öğretmenlerle mümkündür. Proje okullarının yapısı yeniden gözden geçirilmeli, atamalar objektif kriterlere dayandırılmalıdır. Öğretmenlerin mesleki deneyimleri, başarıları ve öğrenci-veli memnuniyetleri gibi ölçütler ön plana çıkarılmalı, siyasi ve idari baskılardan arındırılmış bir sistem kurulmalıdır.

Proje okullarında öğretmenlerin görevlerine iradeleri dışında son verilmesi sadece bireysel değil, yapısal bir sorunun göstergesidir. Eğitimde niteliğin korunması ve artırılması için liyakat ilkesine mutlaka geri dönülmelidir. Aksi takdirde, en nitelikli öğrencilerimizin geleceği, politik kaygılara kurban edilmeye devam edecektir.

 

14.4.25

Diyarbakır’da Düğün Sezonu ve Gürültü Kirliliği Sorunu


"Düğün neşesi korna ile değil, yürekteki sevgiyle duyulur."

Diyarbakır’da bahar ve yaz aylarının gelmesiyle birlikte düğün sezonu da tüm coşkusuyla yeniden başladı. Renkli sokaklar, süslenmiş araçlar, halaylar, davullar ve zurnalar eşliğinde yapılan kutlamalar, kentin kültürel dokusunu yansıtan en güzel geleneklerden biri. Ailelerin, akrabaların ve dostların bir araya gelerek sevinçlerini paylaştığı bu özel günler, toplumun birlik ve beraberlik duygularını da güçlendiriyor.

Ancak ne yazık ki bu güzel gelenek, zamanla bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmeye başladı. Özellikle son yıllarda artan düğün konvoyları ve gecenin geç saatlerine kadar süren kutlamalarda kullanılan yüksek sesli korna ve müzik, ciddi bir gürültü kirliliğine neden oluyor. Bu durum, sadece bireysel bir rahatsızlık olarak kalmıyor; aynı zamanda toplum sağlığını ve sosyal uyumu da tehdit eden bir sorun haline geliyor.

Düğünler, kuşkusuz ki kültürümüzün en anlamlı ve köklü ritüellerinden biridir. İnsan hayatındaki en önemli geçiş dönemlerinden biri olan evlilik, toplumsal hafızada da derin izler bırakır. Ancak bu özel günlerin sevinçle değil, rahatsızlıkla hatırlanmasına yol açacak uygulamaların yaygınlaşması, geleneklerin özüne zarar verebilir. Özellikle konvoylar sırasında çalınan korna sesleri, sadece birkaç dakikalık bir eğlence için çevredeki insanların saatlerce süren rahatsızlığı anlamına geliyor. Bebeklerin uykusu bölünüyor, yaşlılar tedirgin oluyor, sınava hazırlanan öğrencilerin dikkatleri dağılıyor ve hastalar için dinlenme imkânı kalmıyor.

Bir düğün, bir ailenin hayatındaki en özel gün olabilir; fakat bir şehrin huzurunu bozmaya sebep olacak şekilde kutlandığında, bu mutluluğun anlamı da tartışmalı hale gelir. Toplumsal hayatta kişisel özgürlüklerin sınırının, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde bittiği gerçeği unutulmamalıdır.

Uzun süreli ve yoğun gürültüye maruz kalmak, Dünya Sağlık Örgütü tarafından da açıkça belirtildiği üzere, ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Uyku bozuklukları, stres, anksiyete, hipertansiyon ve kalp-damar hastalıkları bu sorunların başında gelir. Üstelik gürültü, fiziksel etkilerin yanı sıra psikolojik gerginlik ve toplumsal huzursuzluğa da zemin hazırlar. Özellikle Diyarbakır gibi büyük ve kalabalık bir şehirde, gürültü kirliliği sorununa kayıtsız kalmak, ileride daha ciddi sosyal problemlere neden olabilir.

Bu sorunun çözümü, ne yasaklarda ne de cezai yaptırımlarda gizlidir. Gerçek çözüm, toplumsal bilinçte ve ortak duyarlılıkta yatar. Düğün sahipleri ve organizatörler, kutlamalarını çevreye zarar vermeyecek şekilde planlayabilir. Özellikle araç konvoylarında gereksiz korna çalmak yerine, daha sembolik ve sessiz kutlama biçimleri tercih edilebilir. Düğün salonları, ses yalıtımı konusunda denetlenmeli ve belirli saatlerden sonra yüksek sesli müziğe sınırlamalar getirilmelidir. Mahalle aralarında yapılan düğünlerde ise belediyelerin belirlediği saat ve desibel sınırlarına uyulması sağlanmalıdır.

Yerel yönetimler, zabıta ekipleri ve emniyet birimleri bu konuda daha aktif rol almalı; gece geç saatlerde yapılan yüksek sesli kutlamalara müdahale etmeli ve halkın huzurunu koruyacak şekilde uygulamalar geliştirmelidir. Aynı zamanda, medya ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla gürültü kirliliği konusunda kamuoyu bilinçlendirilmelidir.

Unutulmamalıdır ki, toplumsal yaşam empati ile güzelleşir. Kendi mutluluğumuz kadar başkalarının huzurunu da düşünmek, bize hem insan olmanın hem de medeniyetin en temel değerlerini hatırlatır. Düğünlerde coşku elbette olmalı, mutluluk elbette paylaşılmalı. Ama bu coşkuyu başkasının uykusuna, sağlığına ya da huzuruna zarar verecek şekilde yaşamak, geleneklerimize değil, sadece bireysel düşüncesizliğimize hizmet eder.

Diyarbakır’ın neşeli düğün geleneği, sokakları inletmekle değil, gönülleri fethetmekle hatırlanmalıdır. 

Çünkü sevgi, sesin en güzelidir. 

Ve unutmayalım: 

Bir şehrin güzelliği sadece geleneklerinde değil, o gelenekleri yaşatırken gösterdiğimiz duyarlılıkta gizlidir.

Daha huzurlu, daha duyarlı bir Diyarbakır için hep birlikte adım atmak mümkün. 

 

12.4.25

Özel Okullarda Velilerin Yüksek Not Baskısı: Kime Zarar Veriyor?


"Gerçek başarı, sadece yüksek notlarda değil, öğrenme yolculuğunun her adımında gösterilen çaba ve azimdedir."

Günümüzde özel okullarda velilerin giderek daha fazla "müşteri" gibi hareket ettiği bir anlayış yaygınlaşmıştır. Bu anlayışın en belirgin yansıması, "Çocuğumun bütün notları yüksek olsun, yoksa onu başka özel okula gönderirim" şeklindeki tutumdur. Ancak bu yaklaşım, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de ciddi olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. 

Velilerin not baskısı yapması, öğrencilerde şu olumsuz etkileri yaratmaktadır: 

Öğrenciler, notlarının kendi çabalarına ve akademik performanslarına bağlı olduğunu değil, velilerinin okul yönetimine yaptığı baskılarla yükseltilebileceğini öğrenmeye başladıklarında, bu durum onların eğitim sürecini ciddi şekilde etkiler. Bu anlayış, öğrencilerin sadece sonuç odaklı bir bakış açısına sahip olmalarına yol açar ve öğrenmeye yönelik içsel motivasyonlarını zayıflatır. Bunun yerine, sadece yüksek not alabilmek amacıyla çalışmak, öğrencilerin gerçek öğrenme süreçlerinden uzaklaşmasına neden olur.

Oysa ki, eğitimde asıl hedef bilgiye ve becerilere sahip olmak, bunları anlamlı bir şekilde kullanabilmektir. Velilerin bu baskıları, öğrencilerin kendi çabalarının ve öz disiplinlerinin değerini anlamalarını engeller. Sonuçta, öğrenciler, sürekli olarak dışsal faktörlere bağlı olarak yüksek not almak için çaba sarf ederken, kendi sorumluluk bilincini geliştirmeyi unuturlar. Bu da onların ilerleyen yıllarda hem akademik yaşamlarında hem de profesyonel yaşamlarında sorumluluk alabilme ve öz yönetim becerilerini kazanmalarını engeller.

Velilerin not baskısı, öğretmenler üzerinde de ciddi bir yük oluşturmaktadır: 

Öğretmenler, öğrencinin gerçek performansını değil, velilerin taleplerini dikkate almak zorunda bırakıldıklarında, mesleklerini hakkıyla yapamaz hale gelirler. Bu da öğretmenlerin motivasyonunu ve eğitim kalitesini düşürüyor. 

Öğrenciler, öğretmenlerin notları belirleme yetkisine gerçekten sahip olmadığını gördüklerinde, öğretmene olan saygıları azalır. Bu da sınıf içi disiplinin bozulmasına ve eğitim sürecinin aksamasına yol açmaktadır. 

Öğretmenler, baskı gördükleri öğrencilerle gerçekten başarılı öğrencileri aynı seviyede değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Bu da haksız bir durum yaratarak, eğitim sisteminde eşitlik ilkesini zedeliyor.   

Bu yaklaşım sadece öğrenci ve öğretmenleri değil, özel okul sistemini ve genel eğitim düzenini de olumsuz etkilemektedir: 

Notların şişirilmesi, diplomaların gerçek akademik başarıyı yansıtmasını engelliyor. Böylece, özel okul mezunlarının diploma prestiji düşmektedir. 

Veliler müşteri olarak görüldüğünde, eğitim kurumları akademik standartlarını korumak yerine, müşteri memnuniyeti odaklı bir işletme gibi hareket ediyor. Bu durum, eğitimdeki kaliteyi ve ciddiyeti ortadan kaldırıyor. 

Başarılı öğrencilerle, velileri baskı yapan öğrenciler aynı seviyede değerlendirildiğinde, yetenekli öğrencilerin çabaları göz ardı ediliyor. Bu da başarılı öğrencilerin motivasyonunu düşürerek akademik gelişimlerini engeller. 

Özel okullarda not baskısı sadece kısa vadede velilerin beklentilerini karşılıyor gibi görünse de, uzun vadede öğrenciler, öğretmenler ve eğitim sistemi için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Gerçek eğitim, sadece yüksek notlarla değil, öğrenme sürecinin niteliğiyle ölçülmelidir. Veliler, çocuklarının akademik başarısını yapay yollarla artırmak yerine, onların gerçek anlamda öğrenmelerine ve gelişmelerine odaklanmalıdır. Aksi takdirde, geleceğin iş dünyasında ve akademik hayatında ne yapacağını bilemeyen, sorumluluk almaktan kaçınan bireyler yetiştirilmiş olur. 

Velilerin bu tutumdan vazgeçmesi ve eğitim sürecine daha bilinçli bir şekilde yaklaşması, herkesin yararına olacaktır. 

 

Diyarbakır'da Çeteleşme, Şiddet ve Kent Kimliğinin Erozyonu


"Bir şehrin geleceği, sessiz kalınan şiddetin gölgesinde solup gider."

Son dönemde Diyarbakır'da yaşanan gruplar arası silahlı çatışmalar, hem can kayıplarına hem de kadim bir kentin sosyal dokusunda ciddi tahribatlara yol açmaktadır. Bu çatışmaların ardında yatan nedenler genellikle uyuşturucu ticareti, haraç alma, yeraltı dünyası ilişkileri ve çeteler arası güç mücadelesi gibi karanlık dinamiklere dayanmaktadır. Ancak bu olayları yalnızca suç ve güvenlik perspektifinden değil, aynı zamanda sosyolojik bağlamda da analiz etmek gerekmektedir.

Toplumsal düzenin en temel dayanaklarından biri olan güvenlik, devletin asli görevlerinden biridir. Ancak özellikle sosyoekonomik olarak dezavantajlı mahallelerde, devletin yeterince güçlü bir şekilde varlık gösterememesi, alternatif otoritelerin – yani çetelerin – ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu alanlarda gençler, devletin sunduğu eğitim, istihdam ve sosyal destek sistemlerinden yeterince faydalanamadıkları için, aidiyet ve güç arayışlarını gayri resmi yapılarda bulurlar. Şiddet, bu yapıların hem kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen hem de topluma korku salarak meşruiyet kazanmaya çalışan bir aracı haline gelir.

Diyarbakır gibi tarihsel olarak hem siyasal hem de ekonomik kırılmalar yaşamış şehirlerde, yoksulluk ile suç arasında doğrudan bir ilişki kurmak indirgemeci olabilir. Ancak uzun vadeli işsizlik, sosyal dışlanma ve gelecek perspektifi eksikliği, gençleri suça ve şiddete daha açık hâle getirir. Özellikle kent çeperlerinde yaşayan gençler için çeteleşme, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sembolik bir tatmin de sağlar. Aidiyet, güç, saygı görme ve “var olma” hissi, devletin sağlayamadığı alanlarda bu yapılar aracılığıyla edinilir.

Diyarbakır, Mezopotamya'nın kalbinde yer alan, binlerce yıllık tarihiyle kadim bir medeniyetin taşıyıcısı olan bir kenttir. Ancak son yıllarda artan şiddet olayları, bu kültürel mirası gölgelemekte, kenti dış dünyaya yalnızca “güvensiz” ve “tehlikeli” bir alan olarak sunmaktadır. Bu algı, sadece turizmi veya yatırımı değil, aynı zamanda kente duyulan aidiyet hissini de zayıflatmaktadır. Oysa kentler, yalnızca binalardan değil, biriktirdikleri tarih, kültür ve sosyal dokudan oluşur. Diyarbakır’da çeteleşmenin artması, bu dokuyu tahrip eden bir süreçtir.

En tehlikeli toplumsal kırılmalardan biri, şiddetin normalleşmesidir. Her gün duyulan silah seslerine karşı duyarsızlaşmak, toplumu pasifleştirir ve hukuksuz yapıları olağanlaştırır. Bu da suç örgütlerinin daha görünür ve pervasız hareket etmesine zemin hazırlar. Sivil toplumun, yerel yönetimlerin ve kanaat önderlerinin bu konuda daha aktif ve örgütlü bir refleks göstermesi gerekmektedir. Aksi takdirde, korkunun hüküm sürdüğü bir kamusal alan yaratılır ve kamusal yaşam çöküşe sürüklenir.

Bu mesele yalnızca güvenlik politikalarıyla çözülebilecek bir sorun değildir. Sosyal politikalar, gençlik merkezleri, eğitim destekleri, meslek kursları, bağımlılıkla mücadele programları, spor ve sanat projeleri gibi kapsayıcı yaklaşımlar, gençlerin çetelere yönelmesini engelleyen uzun vadeli çözümlerdir. Ayrıca kentte yaşayan herkesin ortak bir “Diyarbakır aidiyeti” hissiyle hareket etmesi, bu şehirde barış ve güven içinde yaşamanın ortak sorumluluk olduğunu kabul etmesi gerekir.

Diyarbakır’daki silahlı çatışmalar sadece anlık güvenlik sorunları değil; toplumsal yapının, devletin, kültürün ve bireyin iç içe geçmiş sorunlarının dışa vurumudur. Şiddetin gölgesinde kaybolan bu kadim kenti tekrar barış, kültür ve tarih ile özdeş hale getirebilmek için kapsamlı, bütüncül ve kararlı bir sosyal dönüşüme ihtiyaç vardır.

Diyarbakır’da Boşanma Oranlarının Artışı


"Bir toplumun dönüşümünü anlamak istiyorsan, değişen evliliklerini ve ayrılıklarını incele."

Diyarbakır’da 2020 yılında 1.061 olan boşanma sayısının 2024 yılında yüzde 90’lık bir artışla 1.912’ye ulaşması, bölgedeki toplumsal dinamiklerde önemli değişimler yaşandığını göstermektedir. Bu durumun sosyolojik açıdan çok boyutlu nedenleri bulunmaktadır.

Boşanma oranlarındaki artışın en temel nedenlerinden biri ekonomik sıkıntılardır. Türkiye genelinde yaşanan enflasyon, işsizlik ve alım gücündeki düşüş, Diyarbakır gibi ekonomik olarak kırılgan bölgelerde daha ağır etkiler yaratmaktadır. Ekonomik belirsizlikler, aile içi çatışmaları artırmakta ve bireyleri boşanmaya sürüklemektedir. Özellikle ekonomik bağımsızlığını elde edemeyen bireyler, maddi sorunlar nedeniyle evliliklerini sürdüremez hale gelmektedir.

Kadınların eğitim seviyelerinin yükselmesi, çalışma hayatına daha fazla katılmaları ve toplumsal farkındalıklarının artması, geleneksel aile yapısında dönüşüme neden olmaktadır. Geçmişte ekonomik ve toplumsal baskılar nedeniyle evliliklerini sürdürmek zorunda kalan kadınlar, artık daha bağımsız hareket edebilmektedir. Kadınların kendi haklarını daha fazla savunmaları ve boşanma sonrası yaşamlarını sürdürebileceklerine dair güvenlerinin artması, boşanma oranlarının yükselmesine katkıda bulunmaktadır.

Diyarbakır’da kırsal alanlardan kent merkezine göç devam etmektedir. Geleneksel değerlerin daha baskın olduğu kırsal bölgelerden gelen bireyler, şehir yaşamına adapte olmaya çalışırken farklı kültürel normlarla karşılaşmaktadır. Kentleşme ile birlikte bireycilik anlayışı güçlenmekte, geniş aile yapıları çözülmekte ve modern yaşamın getirdiği beklentiler değişmektedir. Bu süreç, evliliklerde uyumsuzluğu artıran faktörlerden biri olarak öne çıkmaktadır.

Sosyal medya, bireylerin ilişkileri ve beklentileri üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. İnsanlar sosyal medya platformlarında farklı yaşam tarzlarına tanık olmakta ve kendi ilişkilerini bu çerçevede değerlendirmektedir. Ayrıca, sosyal medya evliliklerde kıskançlık, sadakatsizlik ve iletişim kopuklukları gibi sorunları tetikleyebilir. Bu durum, Diyarbakır gibi geleneksel yapının güçlü olduğu kentlerde boşanma oranlarını artırıcı bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Boşanma süreçlerinin hukuki olarak daha erişilebilir hale gelmesi ve bireylerin bu süreçleri daha kolay yönetebilmesi, evliliklerini sürdüremeyen çiftler için boşanmayı daha cazip bir seçenek haline getirmiştir. Ayrıca, boşanmanın toplum içindeki algısında da değişim gözlemlenmektedir. Geçmişte boşanma, aileler tarafından bir utanç kaynağı olarak görülürken, günümüzde bireylerin daha özgür kararlar almasına olanak tanıyan bir olgu haline gelmiştir.

Diyarbakır’daki boşanma oranlarındaki artış, yalnızca bireysel ilişkilerdeki sorunlardan kaynaklanmamaktadır; ekonomik kriz, toplumsal değişim, kadınların güçlenmesi, kentleşme ve dijitalleşme gibi birçok etken bu durumu tetiklemektedir. Geleneksel aile yapısının dönüşümü ve bireysel özgürlüklerin artmasıyla birlikte, boşanma artık daha kabul edilebilir bir seçenek haline gelmiştir. Bu sürecin sağlıklı yönetilmesi ve aile içi destek mekanizmalarının güçlendirilmesi, toplumun sosyal dengelerinin korunması açısından önem taşımaktadır.

 

Zaman Yönetiminde Yapılan Hatalar


Başarılı olan insanlarda tespit edilen en temel özelliklerden bir tanesi zamanı en iyi şekilde kullanma özelliğidir. Zaman; meydana gelen olayları sıralamaya yarayan başsız ve sonsuz soyut bir kavramdır. İçinde bulunulan an; bir şeyin gerçekleştiği an olarak da ifade edilir. Zaman; çoğaltılamaz, satın alınamaz, depolanamaz, en ucuz ve en pahalı kaynaktır. Amaçlara ve hedeflere ulaşmak için zamanı verimli kullanmak şarttır.

Zamanı verimli kullananlar; iş ve özel yaşam arasında denge kurarlar, kişisel gelişim süreçlerini gerçekleştirirler, kendi kendilerini motive ederler, stresli olmazlar, bakış açıları geniş olur ve her zaman daha verimli olurlar.

Zamanı verimli kullanabilmek için, bireyin zihinsel olarak kendini buna hazırlaması gerekir. Bunun için bireyin; mücadeleci kişilik yapısını oluşturması, kendini değiştirmeyi hedeflemesi, bilgili ve bilgisini uygulaması, olumlu bakış açısı ve istekli olması, kendi kendini değerlendirme ve özeleştiri yapması gerekir.

Zaman yönetiminde birçok hata yapılmaktadır. Yapılan bu hatalar en çok ta sizi ve başarılarınızı olumsuz etkilemektedir.

Zaman yönetiminde yapılan temel hatalardan ilki ilham beklemektir. İlham, etkilenme, çağrışım, içe doğma ile gelen yaratıcı düşünce, doğaüstü veya buna bağlı söz, duyum ve algıya verilen addır. Hiç bir şey yapmadan bir yerden ilham bekleyenler başaramadıkları gibi zamanı da heba ederler.

Aynı hatalarda ısrar edenler zamanı boşa harcarlar. Özellikle sınava hazırlanan öğrencilerde çok görülen bir durumdur. Bir yıl önceki hatalarında ısrar ederek yıllarca başaramazlar.

Herkesi memnun etmeye çalışanlar hiç kimseyi memnun edemedikleri gibi zamanı da istedikleri gibi kullanamazlar.

Kendisini başkasıyla kıyaslayanlar onlar gibi olamadıkları gibi onlar gibi olmaya çalışırken zamanı da boşa harcarlar.

İnsanlar ne der düşüncesiyle hareket edenler hiçbir şey yapamazlar. Oysa önemli olan kendiniz ne düşünüyorsunuz. Size düşen kendiniz için düşünüp, kendiniz için yapmanızdır. Siz zaten isteseniz de diğerlerinin düşüncelerine uygun şeyler yapamazsınız ki. Siz böyle düşündükçe aslında zamanı kötü yönetmektesiniz.

Sürekli şikâyet edenler savunma mekanizması kullanmaktadırlar. Aslında başarısızlıklarına kılıf bulmaya çalışmaktadırlar. Onlar şikâyet ederken zaman da akıp gitmektedir.

Mükemmeliyetçi olmaya çalışanlar mükemmel olamadıkları gibi zamanı da boşa harcamaktadırlar.

Öncelik sıralaması yapmayanlar ne yapacaklarını bilmedikleri için zamanı da nasıl kullandıklarını bilememektedirler.

Kaybetme korkusu sizi çalışmaktan alı koyar. Bu yüzden çabalayamazsınız. Siz korktukça zamanda akıp gitmektedir.

Önceliklerinizi ertelemek aynı zamanda hayatınızı ertelemektir. Siz erteledikçe zamanda akıp gitmektedir.

Zamanı en verimli şekilde kullanmak ve zamanı yönetmek, başarıya giden yolu göstermektedir. Başarmak istiyorsak ve belirlediğimiz hedefe gerçekten ulaşmak istiyorsak belirtilen ilkeler doğrultusunda çabamızı sürdürmemiz gerekir. Aksi durumda başarı gerçekleşse bile ya istenilen nitelikte olmayacak ya da tesadüfî olacaktır.

 

                                                                        

 

 

 

Z Kuşağının Karşılaştığı Sorunlar


Z Kuşağı 1995 ve sonrası doğanlardır. Bu kuşak tamamen teknolojik bir çağda doğduklarından teknoloji ile iç içe yaşamaktadırlar. Bu nedenle bu kuşağın üyelerine “Kuşak I”, “İnternet Kuşağı”, “Next Generation” ya da “iGen” adları verilmektedir. Bir diğer adları ise; “Instant Online (Her daim çevrimiçi)” kuşağıdır. Strauss ve Howe ise bu kuşağı aşırı bireyselleşme ve yalnızlık yaşayacak kuşak olarak da tanımlamaktadır. Mission and Ministry kuruluşu kendi internet sitesinde Z kuşağını 21. yüzyılın ilk kuşağı olarak tanımlarken onlara dijital çocuklar ve “.com” çocukları ismini de uygun bulmaktadır.

Z kuşağının genelde karşılaştığı sorunlar; Depresyon, Stres, Kaygı, Ders çalışmama, Zaman yönetimi, Sosyal ilişkiler, Empati ve Kuşak çatışmasıdır.

Depresyon; Ciddi ama tedavi edilebilir ruhsal bir hastalık olan depresyon, bedensel, zihinsel ve duygusal belirtilerle kendini gösterir. Depresyonun en belirgin özelliği zevk almada azalma ve kötü ruh halidir. Depresyonda olan kişi karamsar, ümitsiz ve duygusal açıdan mutsuzdur. Sürekli olarak kendini yalnız ve hüzünlü hisseder. Çevresine karşı ilgisi azalan kişi de huzursuzluk ve iç sıkıntısı gibi duygular çok fazla ön plana çıkar. Günlük yaşantısını engelleyecek kadar şiddetlenen bu duygu durumları aylarca sürer ve kişinin zihinsel faaliyetlerinin yanı sıra genel sağlığını da olumsuz etkilemeye başlar.  

Stres; vücudu bozma eğiliminde olan bir basınç yâda gerilim anlamına gelmektedir. Bir miktar stres hareketlerimizi motive etmede bize yararlı olurken çok fazla ve uzun süreli stres ortaya çıkarsa kişi fiziksel ve psikolojik problemler yaşayabilir. Gündelik yaşamın gel-gitleri arasında çok sayıda stres etkeni ortaya çıkar. Ancak bütün stres etkenleri olumsuz demek değildir. Stres istenmeyen bir durum olabilir ama bir yaşam gerçeğidir. Yaşanan stres, kişi için ister büyük yaşam değişikliklerinden kaynaklanıyor olsun isterse günlük hayatın koşuşturmalarından kaynaklanıyor olsun önemli olan stresin kendisi değil, buna nasıl tepki gösterildiğidir.

Kaygı; kişinin korku verici veya tehdit edici bir duruma karşı vermiş olduğu ruhsal ve bedensel bir tepkidir. Bu tepkiyi zaman zaman her insan yaşar: Bir kaza atlatıldığında, sınav öncesinde veya topluluk önünde bir konuşma yaparken olduğu gibi.

Ders çalışmama; Z kuşağının yaşadığı en temel problemlerden birisi, belki de en önemlisi çalışma arzusunun oluşmaması ya da ders çalışma ilhamının gelmemesi olarak ortaya çıkıyor. Bu durum beraberinde başarısızlık getiriyor.

Zaman yönetimi; üreticiliği ve verimliliği arttırmak amaçlı olarak, belirli aktiviteler üzerinde harcanan zamanı bilinçli bir şekilde kontrol etme yöntemidir. Z kuşağı zamanı yönetemiyor.

Sosyal ilişkiler; Sosyal ilişki veya sosyal etkileşim, iki ya da daha fazla kişinin birbirleriyle iletişim halinde olmaları ve etkileşime girmeleri. Z kuşağı sosyal ilişki kurmada zorlanıyor.

Empati; bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır. Z kuşağı Empati kurmada zorluk yaşıyor.

Kuşak çatışması; Kuşaklararası çatışmanın en önemli sebebi her yaşın kendi özelliklerine göre, hayata ve olaylara bakması ve yorumlamasıdır. Kuşaklar arası çatışma bir anlamda değer yargılarının çatışmasıdır. Değer yargıları bireyin yaş ve psikolojisine göre değişmektedir.

Genel anlamda bu sorunları yaşayan Z kuşağına yapılabilecek destek çalışmalarıyla bu sorunları aza indirgenebilir. Öncelikli olarak yapılması gereken bire bir görüşmelerdir. Bu görüşmeleri aile bireyleri de yapabilir, uzmanlar tarafından da yapılabilir. Görüşmenin amacı problemi anlamaya yönelik ve destek mekanizmalarını belirlemek amaçlı olmalıdır. En önemli desteklerden biri de akran(yaşıt) desteğidir. Akranından aldığı destek sorunu çözmede en önemli faktördür. Ayrıca okullarda Rehber öğretmenler Z kuşağı ile grup çalışmaları yaparak sorunlarının üstesinden gelmelerini sağlayabilir.

Grup çalışmalarında, kendini ifade edebilen, hayır diyebilen, istekte bulunabilen, olumlu düşünen, stresle başa çıkabilen, iletişimi başlatan, sürdürebilen, sonlandırabilen, Entelektüel olarak gelişebilen, gelişime ve değişime açık olmaları yönünde çalışmalar yapılmalıdır.

Z Kuşağının Sosyolojik Analizi

 

Kuşağın farklı alanlarda farklı anlamları vardır. Kuşak genelde  bele sarılan uzun ve enli kumaş olarak bilinir.

Sosyolojik olarak kuşak; yaklaşık olarak aynı yıllarda doğmuş, aynı çağın şartlarını, dolayısıyla birbirine benzer sıkıntıları, kaderleri paylaşmış, benzer ödevlerle yükümlü olmuş kişilerin olduğu topluluktur. Sosyoloji terimleri sözlüğünde kuşak, yaklaşık olarak 25-30 yıllık yaş kümelerini oluşturan bireyler öbeği olarak tanımlanmakta olup, nesil ve jenerasyon kelimeleri ile de ifade edilmektedir.

Aynı kuşaktan gelen bireyler, benzer yıllarda doğdukları için, kuşak üyelerinin tutum ve davranışları benzer olaylara verdikleri benzer tepkiler ile şekillenmektedir. Ayrıca aynı doğum yıllarını paylaşan bireyler birbirlerini aynı grubun üyesi olarak tanımlarken, diğerlerini farklı kuşağın mensubu olarak görmektedirler. Bu nedenle aynı kuşağa mensup bireyler diğer kuşaklara mensup bireylerden ayırt edilebilir. Aynı kuşaktan gelen bireyler için sadece paylaşılan yıllar değil, paylaşılan sosyal ve tarihsel olaylar da, kuşakların özelliklerini kalıcı olarak etkilemektedir.

Kuşaklar farklı isimlerle bilinir. Gelenekçiler, Baby Boomers(Bebek Patlaması), X kuşağı, Y kuşağı, Z kuşağı gibi. Gelenekçiler 1945 ve öncesinin kuşağıdır. İkinci Dünya savaşının kuşağı olarak ta bilinir. Daha çok yüz yüze iletişimi esas alan kalıplaşmış cinsiyet rolleri, bir ev sahibi olmak arzusu olan kuşaktır.

Baby Boomers(Bebek Patlaması) 1945-1960 yılları kuşağıdır. Soğuk savaş sonrası ortaya çıkan bir kuşaktır. Bu dönemde doğanlar, sayıca fazla olmaları nedeniyle toplumu yeniden şekillendiren kuşak olarak tanımlanmaktadır. Bebek patlaması kuşağına mensup bireylerin okul ve gençlik yılları 1960’ların karakteristik kültürel gelişiminin bir parçası olmuştur. Bu kuşaktan dünyaya kalan miras ise; kadın-erkek eşitliği, ırk ayrımına karşı mücadele ve çevreye duyarlı olmaktır. Tercihen yüz yüze gerekirse telefonla iletişimi esas alan kuşaktır. İş güvenliği arzusu ağır basan kuşaktır.

X kuşağı 1961-1980 kuşağıdır. Soğuk savaşın bitişi Berlin duvarının yıkılışı ile ortaya çıkan kuşaktır. Çevrimiçi ve eğer zaman varsa tercihen yüz yüze iletişimin esas alındığı kuşaktır. Yaşam ve iş dengesi arzusu ağır basan kuşaktır. Sadakat duyguları değişken, Otoriteye saygılı, Topluma duyarlı, İş motivasyonları yüksek, Kanaatkâr, Kaygılı, Teknolojiyle ilişkisi düşük kuşaktır.

Y kuşağı 1981-1995 yıllarının kuşağıdır. Kendine özgü ürünleri tablet ve cep telefonudur. Özgürlük ve esneklik arzuları ağır basar. İletişim tercihleri çevrimiçi ve cep telefonu mesajlarıdır. Sadakat duyguları az, Otoriteyi zor kabullenen, Bağımsızlığına düşkün, Çok sık iş değiştiren, Bireyci, Teknolojiyle büyüyen kuşaktır

Z Kuşağı 1995 ve sonrası doğanlardır. Bu kuşak tamamen teknolojik bir çağda doğduklarından teknoloji ile iç içe yaşamaktadırlar. Bu nedenle bu kuşağın üyelerine “Kuşak I”, “İnternet Kuşağı”, “Next Generation” ya da “iGen” adları verilmektedir. Bir diğer adları ise; “Instant Online (Her daim çevrimiçi)” kuşağıdır. Strauss ve Howe ise bu kuşağı aşırı bireyselleşme ve yalnızlık yaşayacak kuşak olarak da tanımlamaktadır. Mission and Ministry kuruluşu kendi internet sitesinde Z kuşağını 21. yüzyılın ilk kuşağı olarak tanımlarken onlara dijital çocuklar ve “.com” çocukları ismini de uygun bulmaktadır.

 Bu dönemin biçimlendirici deneyimleri; Ekonomik gerileme, Küresel ısınma, Küresel odak, Mobil cihaz, Enerji krizi, Arap baharı, Kendi medyasını oluşturma, Bulut bilişim, Wiki-leaks’dir. Temel arzuları güvenlik ve istikrardır. Kuşağın kendine özgü ürünleri Google gözlük, Grafen, Nano programlama,3D basım, Sürücüsüz arabalardır. İletişim ortamı taşınabilir iletişim cihazlarıdır ve iletişim tercihleri Facetime’dir. Ekranlara bağlı yaşıyorlar, DM, Chat ve Emojilere bayılıyorlar. Çoklu görev yetenekleri üst düzeydedir, her şeyi Youtube’dan öğreniyorlar. Kuralsız, rahat ve özgüvenlidirler. İnsan odaklı, özerk, yardımsever, bilgiye çabuk erişen, ödülcü, cesur, pragmatist(faydacı),topluma ve çevreye duyarlıdırlar.

Araştırmalar Z kuşağı üyelerinin markalara ve çalıştıkları organizasyonlara karşı sadakatsiz olabileceklerini, azimli ve hırslı olmayabileceklerini, çabuk sıkıldıkları için kolay vazgeçebileceklerini göstermektedir. Bu bağlamda Z kuşağı üyeleri standart işleri yapmak istemeyerek, her şeyi kişiselleştirmek istemeleri gibi ihtimalleri beraberinde getirmektedir. Diğer yandan, yaratıcılık, hak arama, farklı sosyolojik gruplarla ilişkiler konusunda da diğer kuşaklardan daha başarılı olmaları Z kuşağının iş hayatında elde edebileceği başarıları göstermektedir.

Yükseköğretimde Kontenjan Azaltımı: Sorunları Çözmek İçin Yeterli mi?


"Eğitimde adaleti sağlamak için devlet üniversitelerinin kontenjanlarını azaltmak yetmez; özel üniversitelerin kontenjanlarını denetlemek ve YKS'de baraj sistemini geri getirmek şarttır."

Yükseköğretim Kurulu (YÖK), son dönemde devlet üniversitelerinin ikinci öğretim programlarını kapatma ve bazı bölümlerin kontenjanlarını düşürme kararı aldı. Kontenjanların azaltılması, öğrenci yoğunluğunu dengeleyerek eğitim kalitesini artırmayı hedeflese de, yükseköğretimdeki temel sorunları çözmek için yeterli değildir. Asıl yapılması gereken, özel üniversitelerin kontenjanlarının sıkı denetim altına alınması ve Yükseköğretim Kurumları Sınavı'nda (YKS) baraj sisteminin yeniden getirilmesidir.

Kontenjan Azaltma Çözüm mü?

Devlet üniversitelerindeki kontenjanların azaltılması, bazı açılardan olumlu bir adımdır. Öğrenci sayısının azaltılması, dersliklerdeki öğrenci yoğunluğunu düşürerek öğretim elemanlarının öğrencilere daha fazla zaman ayırabilmesini sağlar. Bu durum, eğitim kalitesini artırabilir. Azalan öğrenci sayısı, derslerin daha interaktif ve verimli geçmesine olanak tanır, çünkü öğretim elemanları sınıf içindeki bireysel farklılıklarla daha etkili bir şekilde ilgilenebilir. Ayrıca, laboratuvar, kütüphane ve diğer eğitim kaynaklarına olan talep azalır, bu da mevcut kaynakların daha verimli kullanılmasını sağlar.

Ancak, bu yaklaşım, yükseköğretim sisteminin genel yapısını iyileştirmek için yeterli değildir. Öncelikle, kontenjan azaltılması sadece bir semptomu tedavi etmeye yöneliktir; eğitimin kalitesini artıracak köklü yapısal reformlar yapılmadığı sürece, bu adım geçici bir çözüm olmaktan öteye geçemez. Eğitimde kaliteyi artırmak için, öğretim elemanlarının niteliklerinin ve eğitim materyallerinin güncellenmesi, müfredatın çağdaş gereksinimlere uygun hale getirilmesi gerekmektedir. Ayrıca, öğrencilere sunulan sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerin artırılması, onların üniversite hayatından daha fazla verim almalarını sağlar.

Özel Üniversitelerin Kontenjanlarının Kontrolü

Özel üniversitelerin kontenjanlarının kontrol edilmesi, Türkiye'deki yükseköğretim sisteminin dengeli ve adil bir yapıya kavuşması açısından kritik öneme sahiptir. Özel üniversiteler, genellikle yüksek ücretler karşılığında öğrenci kabul etmekte ve bu durum, eğitimde fırsat eşitliğini olumsuz etkilemektedir. Maddi imkânları kısıtlı olan öğrenciler, bu yüksek ücretler nedeniyle özel üniversitelerde eğitim alma şansından mahrum kalabilirler. Bu durum, eğitimdeki eşitsizlikleri derinleştirerek, toplumda sınıf ayrımının artmasına neden olabilir.

Özel üniversitelerdeki yüksek kontenjanlar, eğitim kalitesini düşürebilir. Kontenjanların yüksek olması, sınıfların kalabalıklaşmasına, öğretim elemanlarının öğrencilere yeterli bireysel ilgi gösterememesine ve ders materyallerinin yetersiz kalmasına yol açabilir. Eğitim kalitesinin düşmesi, mezunların iş gücü piyasasında rekabet edebilirliklerini azaltabilir ve uzun vadede ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyebilir.

Ayrıca, özel üniversitelerin kontenjanlarının kontrolsüz bir şekilde artırılması, mezun işsizliği gibi sorunları derinleştirebilir. Piyasada yeterli iş imkânı olmayan alanlarda fazla sayıda mezun vermek, işsizlik oranlarını artırabilir ve gençlerin iş bulma umutlarını azaltabilir. Bu durum, sosyal ve ekonomik sorunlara yol açarak, toplumda huzursuzluk ve mutsuzluk yaratabilir.

Özel üniversitelerin kontenjanlarının sıkı bir şekilde denetlenmesi ve belirli bir standartta tutulması gerekmektedir. Bu denetim, eğitim kalitesinin yükseltilmesi, mezunların iş gücü piyasasında daha rekabetçi hale gelmesi ve eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması açısından önemlidir. Kontenjanların belirlenmesinde, sektörel ihtiyaçlar, iş gücü piyasasındaki talepler ve ülkenin uzun vadeli kalkınma hedefleri göz önünde bulundurulmalıdır.

Ayrıca, özel üniversitelerin kontenjanlarının denetlenmesi, eğitimde şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkelerinin hayata geçirilmesine katkı sağlar. Üniversitelerin, öğrenci kabul politikaları ve kontenjan belirleme süreçleri konusunda daha şeffaf olmaları, eğitimde kalitenin yükseltilmesi ve öğrenci memnuniyetinin artırılması açısından da önemlidir. Bu bağlamda, özel üniversitelerin kontenjanlarının denetimi, yalnızca devlet kurumları tarafından değil, aynı zamanda sivil toplum örgütleri ve bağımsız denetim kuruluşları tarafından da yapılmalıdır.

YKS Sınavında Baraj Sisteminin Yeniden Getirilmesi

YKS'de baraj puanının kaldırılması, üniversiteye girişte nitelikli öğrenci seçimini zorlaştırmıştır. Baraj sistemi, belirli bir seviyenin altında kalan öğrencilerin üniversiteye girişini engelleyerek, hem üniversitelerin hem de öğrencilerin daha yüksek bir standartta olmasını sağlamaktadır. Baraj puanı, öğrencilerin üniversite eğitimine daha hazırlıklı başlamalarını teşvik ederken, üniversitelerde eğitim kalitesini artırıcı bir rol oynamaktadır. Şu anda, YKS'de bir netin altında neti olan öğrenciler, yeterli mali kaynağa sahiplerse özel üniversitelere kabul edilebilmektedir. Bu durum, eğitimde kalite ve eşitliği ciddi şekilde zedelemektedir.

YÖK'ün devlet üniversitelerinde ikinci öğretimi kapatma ve bazı bölümlerin kontenjanlarını düşürme kararı, yükseköğretimdeki bazı sorunları çözmeyi amaçlasa da, esas yapılması gerekenler göz ardı edilmektedir. Özel üniversitelerin kontenjanlarının kontrol altına alınması ve YKS sınavında baraj sisteminin yeniden getirilmesi, eğitimde fırsat eşitliği ve kaliteyi artıracak önemli adımlar olacaktır. Bu tür yapısal reformlar, Türkiye'deki yükseköğretim sisteminin daha sağlıklı ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşmasını sağlayabilir. Eğitimde kalite ve adaletin sağlanması için bu adımların ivedilikle atılması gerekmektedir.

Türkiye’de Eğitim Sorunlarına Sosyolojik Bakış(Yönetim Ve Eğitim Planlamasından Kaynaklanan Sorunlar)


Eğitim yönetimi; bir grubun, bir eğitim sistemini yürütmek için yapıları denetlemek, planlamak, strateji oluşturmak ve uygulamak için, insan ve malzeme kaynaklarını birleştirdiği eğitim sisteminin yönetimini ifade etmektedir. 

Eğitim planlaması, geleceği ya da geleceğin sağlayabileceği birçok seçenekleri araştırmak, hedefleri ve değişen sorumlulukları belirlemek, bazı sorunlar ya da dengesizlikler gösterecek alanlara dikkati çekmek ve ortaya çıkabilecek sorunlar için çözümler öngörmektedir.

Eğitim planlaması en geniş anlamda açıkça tanımlanmış amaçlara uygun olarak bireyin var olan yeteneklerini geliştirmek ve ülkenin toplumsal, kültürel ve ekonomik kalkınmasına yardım edecek eğitim olanağını tüm nüfusa sağlamak için kamuoyunun katılması ve desteği ile kamu kesimi için olduğu kadar özel eğitim kesimi için de geçerli toplumsal araştırma yöntem ve ilkelerinin, Pedagojik tekniklerin eş güdümlü uygulanmasını içeren sürekli, yönetsel, ekonomik ve parasal bir süreçtir.

Yönetim Ve Eğitim Planlamasından Kaynaklanan Sorunları;

               Okul yöneticilerinin yetersizliği ve bu alanda yaşanan atamalardaki boşluklar ve tutarsızlıklar okul yönetiminde ciddi sorunlar oluşturmaktadır. Yönetici atamalarının torpille yapılması, liyakat esaslı değil itaat esaslı olması, özellikle öğretmenlerin motivasyonunu olumsuz etkilemektedir.

Okullarda sosyal donatı alanının yetersizliği, sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerin yetersizliğine neden olmaktadır. Bu sorun özellikle öğrencinin sosyal başarısını olumsuz etkilemektedir.

Pek çok eğitimcinin çalıştığı merkezde ikamet etmemesi, çevreyi yeterince tanımaması, öğrenci-öğretmen-veli iletişimini oluşuz etkilemektedir.

Okullaşmada yapılan yatırımların düzensizliği, günübirlik çözümler, bazı bölgelerde okullarda öğrencilerin kalabalık sınıflarda eğitim almasına, bazı bölgelerde az sayıda öğrencinin olduğu sınıflarda eğitim almasına neden olmaktadır.

Son dönemlerde öğretmenin öğrenci üzerinde yeteri kadar söz hakkına sahip olmaması okul disiplinini olumsuz etkilemektedir. En küçük olumsuzlukta öğretmen CİMER’e şikâyet edilmekte, öğretmenin bu anlamdaki etkisi azaltılmaktadır.

Okullarda memur ve hizmetli personelinin ya hiç bulunmayışı, ya da yetersizliği okul işlerinin görülmesinde eksiklikler oluşturmaktadır.

Taşımalı eğitim, özellikle İlköğretim çağındaki çocuklarda bıkkınlık oluşturmuştur. Bu bıkkınlık sonraki süreçleri(ortaokul, lise) olumsuz etkilemektedir.

Eğitim- Öğretim konulu toplantılarına hem eğitimciler hem veliler tarafından gereken önemin verilmemesi, toplantıların ciddiyetten uzak olması özelikle planlamayı olumsuz yönde etkilemektedir.

Planlamadan kaynaklı ücretli öğretmen uygulaması eğitimin kalitesini düşüren en önemli etkenlerden bir tanesidir. Öğretmen olmadığı halde torpille ücretli öğretmenlik yapanlar eğitim-öğretimi katletmektedir. Yâda mesleği öğretmenlik olduğu halde düşük ücretlerle çalıştırılan ücretli öğretmenler motivasyonsuz çalıştıkları için yeterince verimli olamamaktadırlar.

Öğretmene asli görevlerinin dışında gereğinden fazla ya da ilgisiz görevler verilmesi öğretmende bıkkınlık yaratmaktadır. Böylece öğretmenin çalışma performansı düşmektedir.

Okulun, Bakanlığın ve ailenin eğitimden beklentilerinin farklı olması öğrencinin başarısızlığına neden olmaktadır. Öğrenci beklentiler arası çatışma yaşamaktadır.

Öğretmen üzerinde bulunan idare- müfettiş baskısı öğretmenin stresli çalışmasına neden olmaktadır. Öğretmene rehberlik yapılmaması, teftişlerin dokümana dayalı yapılması olması öğretmenin belli kalıplar içerisinde çalışmasına neden olmaktadır. Bu durum öğretmenin kendini geliştirmesine engeldir.