Bu Blogda Ara

29.5.25

Kadın Dostu Kentler ve Diyarbakır

"Bir kent, kadınlar için güvenliyse herkes için yaşanabilirdir."

Toplumsal cinsiyet eşitliği, günümüz şehir politikalarının en önemli gündemlerinden biri haline gelmiştir. Bu bağlamda Türkiye'de UN Women, UNDP ve Sabancı Vakfı ortaklığında yürütülen Kadın Dostu Kentler Projesi (KDK), kadınların kentsel yaşamda eşit, güvenli ve aktif biçimde yer almalarını sağlamayı hedeflemektedir. 2025 yılı itibarıyla Diyarbakır’ın “Kadın Dostu Kentler III Projesi”ne dâhil edilmesi, önemli bir gelişme olarak kayda geçmiştir. Ancak bu gelişme, bir soru da beraberinde getiriyor: Diyarbakır kadın dostu bir kent olmaya ne kadar hazır?

Kadın Dostu Kent Nedir?

Kadın dostu kent, sadece fiziksel altyapısı değil; aynı zamanda sosyal yapısı, yönetim anlayışı ve hizmet sunum biçimiyle kadınların kamusal hayatta eşit ve güvenli biçimde yer almasını gözeten kenttir. Bu çerçevede kadın dostu bir kentte:

Kadınlar karar alma süreçlerine katılır.

Güvenli ulaşım, aydınlatma ve kamusal alanlar sağlanır.

Cinsiyet temelli şiddetle mücadele edilir.

Kreş, danışmanlık merkezi, sığınma evi gibi toplumsal destek hizmetleri yaygınlaştırılır.

İstihdam ve eğitimde kadınlara eşit fırsatlar sunulur.

Bu çerçeve, yalnızca teknik düzenlemeleri değil, aynı zamanda toplumsal zihniyet dönüşümünü de gerektirir.

Diyarbakır; tarihsel, kültürel ve politik olarak çok katmanlı bir şehir. Kadın hareketi açısından bakıldığında, 1990’lardan itibaren özellikle Kürt kadın hareketinin yükselişiyle birlikte kadın odaklı çalışmalar artmış, sivil toplum örgütleri (örneğin DİKASUM, KAMER, Rosa Kadın Derneği) aracılığıyla güçlü bir farkındalık oluşmuştur. Ancak bu kazanımlar, son yıllarda yaşanan kayyum atamaları, kapatılan kadın kurumları ve artan toplumsal muhafazakârlık nedeniyle ciddi şekilde gerilemiştir.

Diyarbakır’daki kadınların karşı karşıya kaldığı başlıca sorunlar şunlardır:

Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle kadınların kamusal hayata katılımı sınırlıdır.

Kırsal göçle gelen kadınlar, kentteki sosyal hizmetlere erişimde zorluk yaşamaktadır.

İstihdamda kadın oranı düşüktür ve kayıt dışı çalışma yaygındır.

Kadınlara yönelik şiddet oranı yüksektir ve çoğu zaman “aile içi mesele” olarak görülüp adli süreçten kaçınılmaktadır.

Kamusal alanlarda güvensizlik hissi (özellikle gece saatlerinde) kadınların hareket alanını kısıtlamaktadır.

Bu tablo, Diyarbakır’ın "kadın dostu kent" idealine ulaşması önünde hem yapısal hem de kültürel engeller bulunduğunu gösterir.

Kadın Dostu Kent Olmak İçin Ne Gerekiyor?

Diyarbakır’ın kadın dostu kent olabilmesi için bazı ön koşulların sağlanması gerekir:

Karar alma mekanizmalarında kadınların görünürlüğü artırılmalı; belediye meclislerinde, mahalle komisyonlarında kadınların etkin katılımı sağlanmalıdır.

Kadın daire başkanlıkları, kadın danışma merkezleri, şiddet izleme birimleri gibi yapılar güçlendirilmelidir.

Eğitici kampanyalarla kadınların hakları, eşitlik ve şiddetsiz yaşam gibi konularda toplumsal farkındalık artırılmalıdır.

Parklar, ulaşım araçları, ışıklandırma sistemleri gibi kentsel altyapı kadınların güvenliğini ve erişimini gözeterek yeniden tasarlanmalıdır.

Kadın STK’larıyla belediyeler arasında iş birliği mekanizmaları kurularak tabandan gelen talepler politikaya dönüştürülmelidir.

Hazır mıyız?

Bu sorunun yanıtı hem “evet”, hem “hayır”.

Evet, çünkü:

Diyarbakır'da güçlü bir kadın hareketi deneyimi var.

Sivil toplum, kadın odaklı birçok çalışma yaptı ve bu konuda bilgi birikimi mevcut.

Kadınlar artık daha örgütlü ve hak taleplerini dile getirmekte daha cesur.

Hayır, çünkü:

Yerel yönetimlerde süreklilik sorunu var; kadın kurumlarının kapatılması kırılgan bir yapı yaratıyor.

Toplumda kadına yönelik ataerkil zihniyet hâlâ baskın.

Kadınların çoğu, sosyal hizmetlere erişimden yoksun ya da bu hizmetlerin farkında bile değil.

Merkezi otoritenin yerel kadın politikalarına müdahalesi, kurumsal yapıların gelişimini sekteye uğratıyor.

Kadın Dostu Kentler Projesi, teknik bir altyapı çalışması olmanın ötesinde, toplumsal dönüşüm hedefler. Bu nedenle Diyarbakır’ın bu sürece yalnızca bir proje olarak değil, kadınların eşit, özgür ve güvenli yaşama hakkının yeniden inşası olarak bakması gerekir. Kadınların kentte özneleşmesi, sadece kamusal alanda görünürlük değil, aynı zamanda kadın emeğinin, sözünün ve iradesinin kurumsal güvence altına alınması anlamına gelir.

Diyarbakır bu dönüşüm potansiyeline sahip. Ancak bu potansiyelin hayata geçmesi, hem yerel yönetimlerin kararlılığına hem de toplumun bu sürece sahip çıkmasına bağlıdır.

Kaynakça:

1-UN Women. “Kadın Dostu Kentler Projesi.” https://www.unwomen.org.tr

2-KAMER Vakfı, “Kadınların Güçlenmesi Raporu” (2022)

3-TÜİK, “Diyarbakır’da Kadın İstatistikleri” (2024)

4-Rosa Kadın Derneği, “Diyarbakır’da Kadına Yönelik Şiddet Raporu” (2023)

27.5.25

Toplumsal Barışın Anahtarı: Anadilde Eğitim ve Demokratik Toplumun İnşası

"Barış, herkesin kendi diliyle konuşabildiği, ama ortak vicdanla yaşayabildiği bir toplumda yeşerir."

Toplumlar tarihsel süreç içinde etnik, kültürel ve dilsel çeşitlilikleriyle şekillenmiştir. Bu çeşitlilik, bir yandan toplumsal zenginlik olarak görülürken, diğer yandan eşitlikçi olmayan devlet politikaları nedeniyle ayrımcılık, asimilasyon ve çatışmaların kaynağı hâline gelebilmektedir. Türkiye gibi çok dilli, çok kimlikli toplumlarda barış içinde bir arada yaşamanın yolu, demokratik toplum anlayışının kökleşmesiyle mümkündür. Bu bağlamda anadilde eğitim, dilsel haklar, toplumsal bütünlük ve demokratik cumhuriyet anlayışı, birbirini tamamlayan hayati unsurlar olarak karşımıza çıkar.

Toplumsal barış, bireylerin ve toplumsal grupların kendilerini eşit ve güven içinde hissettikleri bir toplumsal düzenin adıdır. Johan Galtung’un tanımıyla barış yalnızca savaşın olmaması değil, aynı zamanda yapısal ve kültürel şiddetin de ortadan kaldırılmasıdır (Galtung, 1969). Türkiye’de toplumsal barışın önündeki en büyük engellerden biri, resmi ideolojinin farklılıkları bastırmaya yönelik yaklaşımıdır. Özellikle Kürt, Alevi, Ermeni gibi grupların kültürel ve dilsel taleplerinin yok sayılması, bu kesimlerin devletle olan ilişkilerini zayıflatmış, zamanla güvensizlik duvarları örülmüştür.

Dil sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir kimlik taşıyıcısıdır. Berger ve Luckmann’a (1966) göre dil, bireyin dünyayı anlamlandırdığı temel araçlardan biridir. Bir bireyin kendi anadilinde düşünememesi, duygularını ve düşüncelerini özgürce ifade edememesi, yalnızca bireysel değil toplumsal bir travmadır. UNESCO, anadilin eğitimde kullanılmasının bilişsel gelişimi ve kültürel süreklilik açısından vazgeçilmez olduğunu belirtir (UNESCO, 2003). Türkiye’de ise uzun yıllar boyunca Türkçe dışındaki diller, özellikle de Kürtçe, kamu alanından dışlanmış; bu durum yalnızca dilsel hakların ihlali değil, aynı zamanda toplumsal dışlanmanın da bir aracı olmuştur.

Anadilde eğitim, çoğunlukla “bölücülük” ile eş tutulsa da aslında eşit yurttaşlık ilkesinin temelidir. Bir toplumda bazı grupların kendi anadilinde eğitim alma hakkı yoksa, bu durum o grubun eşit vatandaş olarak görülmediğinin açık göstergesidir. Sosyolog Will Kymlicka (1995), çokkültürlü toplumlarda kültürel hakların korunmasını demokrasinin bir gereği olarak görür. Anadilde eğitimin sağlanması, sadece bireysel hakları değil aynı zamanda toplumsal bütünlüğü de güçlendirir. Çünkü dışlanan değil, tanınan ve onurlandırılan kimlikler toplumsal aidiyet hissini artırır.

Modern ulus-devletler, homojen bir ulus yaratma gayesiyle “tek dil, tek bayrak, tek millet” politikaları benimsemişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde de bu anlayış egemen olmuş, farklılıklar tehdit olarak görülmüştür. Ancak bu yaklaşım, yüz yıl sonra dahi barışı sağlayamamış, tam aksine kırılgan bir toplum yapısı üretmiştir. Oysa çağdaş sosyoloji, toplumsal bütünlüğün ancak farklılıkların tanınarak, eşitlik temelinde bir arada yaşama kültürüyle sağlanabileceğini savunur. Alain Touraine’in (1997) belirttiği gibi, gerçek demokrasi ancak ötekinin tanınmasıyla mümkündür.

Klasik cumhuriyet anlayışı, halk egemenliğine vurgu yapsa da pratikte bu egemenlik çoğunluğun tahakkümüne dönüşebilmektedir. Demokratik cumhuriyet ise çoğulculuğu, katılımı ve yerel demokrasiyi esas alır. Abdullah Öcalan’ın önerdiği “demokratik cumhuriyet” modeli, etnik, dini ve kültürel farklılıkların anayasal güvenceye alındığı; merkezden değil yerelden güçlenen bir yönetim anlayışını savunur. Bu model, hem devletin baskıcı değil hizmetkâr bir pozisyonda olmasını sağlar hem de toplumsal sorunların diyalog ve müzakereyle çözümünü mümkün kılar. Demokrasinin gerçek anlamda işlediği bir toplumda kimlik çatışmaları değil, kimlik dayanışmaları yaşanır.

Toplumsal barış, yalnızca silahların susmasıyla değil, adaletin tesis edilmesiyle sağlanabilir. Anadilde eğitim hakkı tanınmadan, dilsel ve kültürel farklılıklar anayasal güvence altına alınmadan gerçek bir toplumsal barıştan söz edilemez. Demokratik toplum, herkesin kendi kimliğiyle eşit yurttaş olarak yaşadığı bir düzendir. Bu düzenin temel taşları ise anadilde eğitim, dilsel çoğulculuk, yerel demokrasi ve çoğulcu bir anayasadır.

Toplumlar barışı inşa ettikçe özgürleşir, özgürleştikçe çoğullaşır, çoğullaştıkça insanlaşır.

Kaynakça:

1-Berger, P. ve Luckmann, T. (1966). Gerçekliğin Sosyal İnşası. Penguin.

2-Galtung, J. (1969). Şiddet, Barış ve Barış Araştırması. Barış Araştırması Dergisi.

3-Kymlicka, W. (1995). Çok Kültürlü Vatandaşlık: Azınlık Haklarına İlişkin Liberal Bir Teori. Oxford Üniversitesi Yayınları.

4-Touraine, A. (1997). Birlikte yaşayabilir miyiz? Eşit ve farklı. Faydar.

5-UNESCO (2003). Çok Dilli Bir Dünyada Eğitim.

Öğretmen Gözünden Anadilsiz Eğitim

“Bir çocuğa anlamadığı bir dille eğitim vermek, ona susmasını emrederek konuşmasını istemektir.”

Dil, bireyin düşüncelerini şekillendiren, duygularını ifade eden ve kültürel kimliğini taşıyan temel bir araçtır. Eğitimde ana dilin kullanılması, öğrenme sürecinin etkinliği ve bireyin bilişsel, duygusal ve sosyal gelişimi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Ancak çok dilli ve çok kültürlü toplumlarda, özellikle Türkiye gibi farklı etnik ve dilsel grupların bir arada bulunduğu ülkelerde, bazı çocuklar ana dilleri dışında bir dilde eğitim almak zorunda kalmaktadır. Bu durum, öğrencilerde akademik ve duygusal sorunlara yol açarken, bu öğrencilere eğitim veren öğretmenler için de ciddi pedagojik, duygusal ve yönetsel zorluklar yaratmaktadır.

Ana dilinde eğitim almayan öğrenciler, öğretmenin kullandığı eğitim dilini anlamakta güçlük çeker, bu da sınıf içinde etkili iletişimi engeller ve öğrenme sürecinde kopukluklara neden olur. Öğretmenin verdiği talimatlar, ders içeriği veya sınıf içi etkinlikler, dil bariyeri nedeniyle öğrenciler tarafından tam olarak anlaşılmaz. Bu durum, öğrencilerin derse katılımını azaltır ve öğretmenin anlatımını sürekli sadeleştirme, tekrar etme veya alternatif yöntemler arama zorunluluğu doğurur.

Örneğin, bir fen bilgisi dersinde, karmaşık bilimsel terimler içeren bir metni anlamayan bir öğrenci, yalnızca içeriği değil, aynı zamanda talimatları da kavramakta zorlanabilir. Öğretmen, bu durumda görsel destekler, jest ve mimikler veya bireysel açıklamalar gibi ek stratejiler kullanmak zorunda kalır. Ancak bu uyarlamalar, öğretmenin zamanını ve enerjisini tüketir, sınıfın genel akışını bozar ve diğer öğrencilerin öğrenme sürecini etkileyebilir.

Eğitim sistemleri genellikle baskın dilin (Türkiye’de Türkçe) ihtiyaçlarına göre tasarlanmış müfredat ve materyaller sunar. Bu materyaller, ana dili farklı olan öğrencilerin dil becerilerine ve kültürel bağlamlarına uygun olmayabilir. Örneğin, ders kitaplarındaki metinler, hikayeler veya alıştırmalar, öğrencinin ana dilindeki kelime dağarcığını veya kültürel referansları göz ardı edebilir. Bu durum, öğretmeni, öğrencinin seviyesine uygun alternatif materyaller üretmeye veya mevcut materyalleri uyarlamaya zorlar.

Bu uyarlama süreci, öğretmen için ciddi bir iş yükü oluşturur. Örneğin, bir sosyal bilgiler dersinde, Türkiye’deki bir tarih olayını anlatan metni anlamayan bir öğrenci için öğretmen, içeriği basitleştirmek, görsel destekler eklemek veya öğrencinin ana dilinde kısa açıklamalar yapmak zorunda kalabilir. Ancak bu tür bireyselleştirilmiş materyallerin hazırlanması, özellikle kalabalık sınıflarda, öğretmenin zamanını ve enerjisini yoğun bir şekilde tüketir.

Ana dilinde eğitim almayan öğrencilerle çalışmak, öğretmenler üzerinde yalnızca akademik değil, aynı zamanda duygusal bir yük oluşturur. Dil bariyeri, öğretmenin öğrencilerle sağlıklı bir duygusal bağ kurmasını zorlaştırabilir. Öğrenciler, anlamadıkları bir dilde eğitim alırken sık sık hayal kırıklığı, utangaçlık veya içe kapanma gibi tepkiler gösterebilir. Bu durum, öğretmenin öğrencilerle empati kurmasını güçleştirir ve zamanla yetersizlik hissi yaratabilir.

Örneğin, bir öğrencinin derse katılmaması veya dil engeli nedeniyle davranış sorunları sergilemesi, öğretmenin mesleki özgüvenini zedeleyebilir. Öğretmen, öğrencinin başarısızlığını kendi pedagojik yetersizliği olarak algılayabilir, bu da mesleki tükenmişlik riskini artırır. Öğretmen motivasyonunun temel belirleyicilerinden biri öğrencilerle kurulan duygusal bağdır. Bu bağın zayıf olması durumunda mesleki doyumu ciddi şekilde azalır.

Ayrıca, ana dili farklı olan öğrencilerle çalışan öğretmenler, kültürel farklılıkları anlamak ve bunlara duyarlılık göstermek için ek bir çaba sarf etmek zorundadır. Örneğin, bir öğrencinin kültürel normları, öğretmenin sınıf içi beklentileriyle çelişebilir. Bu tür kültürel yanlış anlamalar, öğretmenin sınıf içinde otorite kurmasını zorlaştırabilir ve duygusal yorgunluğunu artırabilir.

Dilsel farklılıklar, sınıf yönetimini önemli ölçüde etkiler. Ana dilinde eğitim almayan öğrenciler, öğretmenin kurallarını, beklentilerini veya talimatlarını tam olarak anlamayabilir. Bu durum, sınıf içinde disiplin sorunlarına yol açabilir. Örneğin, bir öğrenci, öğretmenin “sıra olun” talimatını anlamadığı için yanlış davranışlar sergileyebilir, bu da sınıf düzenini bozabilir. Öğretmen, bu tür durumları çözmek için sürekli açıklamalar yapmak, bireysel müdahalelerde bulunmak veya öğrenciyi anlamaya çalışmak zorunda kalır. Bu süreç hem öğretmenin enerjisini tüketir hem de diğer öğrencilerin öğrenme sürecini kesintiye uğratır.

Ana dilinde eğitim almayan öğrencilerle çalışan öğretmenler, sıklıkla kendi pedagojik yeterliklerini sorgulamak zorunda kalır. Eğitim fakültelerinde genellikle tek dilli sınıflara yönelik bir müfredat sunulur ve çok dilli sınıflarda öğretim için özel bir pedagojik formasyon verilmez. Bu durum, öğretmenlerin kendilerini hazırlıksız hissetmelerine neden olur.

Türkiye gibi çok dilli toplumlarda, ana dilinde eğitim alamama durumu yalnızca pedagojik bir sorun değil, aynı zamanda sosyo-politik bir meseledir. Eğitim sisteminin tek dilli bir yaklaşıma dayanması, azınlık dillerini konuşan öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalır. Bu durum, öğretmenlerin sistematik engellerle mücadele etmesini gerektirir. Örneğin, resmi müfredatın esnek olmaması veya ana dili farklı olan öğrenciler için destekleyici politikaların eksikliği, öğretmenlerin kendi başlarına çözüm üretmesini zorunlu kılar.

Toplumdaki dilsel ve kültürel önyargılar da öğretmenlerin işini zorlaştırabilir. Örneğin, bazı veliler veya okul idarecileri, ana dili farklı olan öğrencilerin “entegrasyon” adına ana dillerini bir kenara bırakıp baskın dile uyum sağlamasını bekleyebilir. Bu beklenti, öğretmen üzerinde ek bir baskı yaratır ve öğrencinin kültürel kimliğini destekleme çabalarını sekteye uğratabilir.

Ana dilinde eğitim almayan çocuklara ders veren öğretmenler; iletişim kurmakta zorlanmak, uygun materyal bulamamak, duygusal bağ kuramamak, sınıf yönetiminde güçlük yaşamak ve mesleki yetersizlik duygusuna kapılmak gibi çok yönlü sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Bu zorluklar, yalnızca öğretmenlerin verimliliğini değil, aynı zamanda öğrencilerin akademik başarısını ve duygusal sağlığını da olumsuz etkiler. Bu nedenle eğitimde ana dilin kullanımı, öğrencilerin bilişsel ve duygusal gelişimini destekleyen temel bir hak olarak görülmelidir. Anadilde eğitim, öğrencilerin derse aktif katılımını artırır, öğretmenlerin iletişim sorunlarını hafifletir ve sınıf içi etkileşimi güçlendirir. Türkiye gibi çok dilli toplumlarda, anadili temel alan bir eğitim sisteminin hem anayasal hem de pedagojik bir hak olarak tanınması ve bu doğrultuda yapısal reformların hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Ana dilinde eğitim almayan çocuklara eğitim vermek, öğretmenler için hem pedagojik hem de sosyo-duygusal bir mücadele alanıdır. Ancak bu zorlukların üstesinden gelmenin en etkili yolu, anadilde eğitimin esas alınmasıdır. Anadilde eğitim, öğrencilerin akademik başarısını ve özgüvenini artırırken, öğretmenlerin iş yükünü hafifletir ve sınıf içi iletişimi güçlendirir. Bu, yalnızca bireysel öğretmen çabalarıyla değil, aynı zamanda sistematik reformlar ve toplumsal duyarlılıkla mümkün olacaktır. Eğitimde dilsel çeşitliliğin bir zenginlik olarak kabul edilmesi hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin potansiyelini ortaya çıkaracaktır.

 

 

26.5.25

Kültürel Projelerde Sosyolojik Hassasiyetin Önemi

"Kültürel miras, sadece yaşatılarak değil; doğru yerde, doğru şekilde temsil edilerek anlam kazanır."

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin 15 Mayıs Kürt Dil Bayramı kapsamında Gazi Caddesi’ndeki kaldırımlara Klasik Kürt Edebiyatı şairlerinin beyitlerini işlemesi, kültürel mirası yaşatma ve kentsel estetiğe katkı sunma açısından hem sembolik hem de sanatsal bir girişimdir. Melayê Cizîrî, Feqiyê Teyran, Hacî Qadirê Koyî, Melayê Xasî ve Siyapûş gibi Kürt edebiyatının temel taşları olarak kabul edilen şairlerin dizelerinin kamusal alanda görünür kılınması, Kürt dilinin tarihsel ve edebi zenginliğini görünür kılmayı amaçlayan anlamlı bir adım olarak değerlendirilmelidir. Bu uygulama hem yerli halk hem de dışardan gelen ziyaretçiler açısından kentin kültürel kimliğine dair güçlü bir mesaj içerir.

Ancak, projeye gelen bazı tepkiler, kültürel girişimlerin yalnızca sanatsal ya da estetik yönleriyle değil, aynı zamanda sosyolojik boyutlarıyla da ele alınması gerektiğini çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Özellikle beyitlerin kaldırım taşlarına yazılması, bazı çevreler tarafından “Kürt büyüklerinin ayaklar altına alınması” olarak yorumlanmıştır. Hatta Abdurrahman adının geçtiği bir beyit nedeniyle bir kaldırım taşının kırılması, bireysel hassasiyetin kolektif bir tepkiye dönüşebileceğini ve bu tepkilerin sembollere yönelik fiziksel müdahalelere evrilebileceğini göstermektedir.

Bu örnek, kültürel projelerin planlanma ve uygulanma süreçlerinde sosyolojik analizlerin olmazsa olmaz olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Zira toplumlar yalnızca maddi yapılar değil; aynı zamanda anlamlarla, sembollerle, kolektif hafızalarla inşa edilmiş varlıklardır. Bir kentin sokakları, meydanları, duvarları hatta kaldırımları bile bu sembolik dünyaya dâhildir. Bu bağlamda kamusal alana müdahale ederken yalnızca estetik kaygılar değil, toplumun tarihsel, kültürel ve psikolojik kodları da dikkate alınmalıdır.

Diyarbakır gibi etnik, kültürel ve tarihsel çeşitliliğin iç içe geçtiği bir kentte, kültürel hassasiyetin çok daha yüksek olduğu unutulmamalıdır. Özellikle Kürt halkı için dil, tarih ve edebiyat; sadece sanatsal birer kategori değil, aynı zamanda kimliğin, direnişin ve hafızanın taşıyıcı unsurlarıdır. Bu nedenle Kürt edebiyatının önemli isimlerinin sözlerinin bir kaldırımla ilişkilendirilmesi, bazı bireyler için sembolik bir “ayak altı bırakma” anlamı taşıyabilir. Elbette bu algı, projenin niyetinden tamamen farklı olabilir, ancak toplumsal algı her zaman niyetin önüne geçebilir.

Bu tür olumsuz algıların ve yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için kültürel projelerin planlanma sürecine sosyologlar, antropologlar, kent tasarımcıları ve yerel kanaat önderlerinin dahil edilmesi büyük önem taşımaktadır. Katılımcı bir planlama modeli benimsenerek, toplumun farklı kesimlerinin duyarlılıkları ve algıları önceden belirlenebilir. Örneğin bu projede beyitlerin kaldırım yerine, caddenin uygun duvarlarına, kültürel panolara, estetik heykellere veya LED ışıklı bilgi tabelalarına işlenmesi hem aynı mesajı verebilir hem de hassasiyetleri incitmeden daha geniş bir kabul görebilirdi.

Toplumsal hafızada önemli yere sahip isimlerin kamusal alanda nasıl temsil edileceği, sadece teknik değil, aynı zamanda etik bir meseledir. Bu nedenle, projelerde yer alan isimlerin ve eserlerin halk nezdindeki anlamı detaylı bir analizden geçirilmelidir. Abdurrahman ismiyle ilgili ortaya çıkan hassasiyet, sadece bir isim üzerinden değil, o ismin çağrıştırdığı tarihsel veya dini arka plan üzerinden değerlendirilmelidir. Bu da gösteriyor ki bir beyit ya da bir isim, bireysel değil, toplumsal düzeyde anlamlar yüklenmiş olabilir.

Yerel halkın katılımını önceleyen çalıştaylar, kamuoyu yoklamaları ya da pilot uygulamalar aracılığıyla, projenin sahadaki karşılığı önceden ölçülebilir. Böylece yalnızca tepkiler önlenmiş olmaz; aynı zamanda projeye sahiplenme ve aidiyet duygusu da artar. Sosyologların bu süreçteki rolü, sadece olası sorunları öngörmekle sınırlı değildir. Aynı zamanda kültürel projelerin daha kapsayıcı, çok sesli ve barışçıl bir niteliğe bürünmesine de katkı sunarlar.

Unutmamak gerekir ki kültürel projeler, sadece geçmişin yüceltilmesi değil; aynı zamanda bugünün ihtiyaçlarına ve geleceğin tahayyülüne yönelik bir davettir. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin bu projesi hem edebi mirasa sahip çıkmak hem de kent kimliğini daha güçlü kılmak için önemli bir adım atmıştır. Ancak, toplumsal kırılganlıkların yoğun olduğu bir coğrafyada, kültürel belleğin taşıyıcılarını kamusal alanda temsil etmek büyük bir dikkat ve sorumluluk gerektirir.

Kültürel projeler yalnızca estetik ya da sanatsal değil, aynı zamanda sosyolojik eylemlerdir. Bu eylemler, toplumun kendini nasıl gördüğünü ve görmek istediğini şekillendirir. Dolayısıyla, her kültürel adım, aynı zamanda bir toplumsal sözleşme niteliği taşır. Diyarbakır örneğinde olduğu gibi, niyeti değerli olan projeler dahi sosyolojik öngörü eksikliği nedeniyle beklenmedik tepkilerle karşılaşabilir. Bu nedenle, kültürel mirası korurken toplumsal hassasiyetlere saygılı, katılımcı ve çoğulcu bir yaklaşım benimsenmelidir. Gelecekte benzer projelerde, sosyolojik analizlerin merkezde yer alması, yalnızca olası krizleri önlemekle kalmaz; aynı zamanda toplumun kendini ifade etmesine ve ortak değerlerde buluşmasına katkı sağlar.

 

 

23.5.25

Diyarbakır'ın Sosyolojisi: Kimlik, Hafıza, Direniş ve Toplumsal Dönüşüm

 

Diyarbakır, yalnızca tarihsel derinliğiyle öne çıkan kadim bir şehir değildir; aynı zamanda kimlik, direniş ve toplumsal dönüşümün iç içe geçtiği özgün bir sosyolojik mekândır. Sur ’un taşlarında binlerce yıllık medeniyetlerin izlerini taşıyan bu şehir, bir yandan Mezopotamya’nın kültürel mirasını bugüne taşırken, öte yandan modern Türkiye’nin çelişkileriyle yoğrulmuş dinamik bir toplumsal yapıya sahiptir. Diyarbakır’ın dar sokaklarında yankılanan diller, inançlar ve ezgiler, sadece bir coğrafyanın değil, aynı zamanda bir halkın belleğini ve varoluş mücadelesini temsil eder. Bu şehirde toplumsal hafıza ile bireysel kimlikler arasında kurulan ilişki, devlet politikalarının, göç olgularının, direniş pratiklerinin ve kültürel üretimin merkezinde yer alır. Diyarbakır, bir şehir olmanın ötesinde, tarih boyunca maruz kaldığı baskılara karşı kolektif bir direnişin mekânsallaştığı; halkların, özellikle de Kürtlerin, kendi kimliklerini koruma ve ifade etme çabasını ete kemiğe büründürdüğü bir toplumsal laboratuvardır. Bu bağlamda, Diyarbakır’ın sosyolojisi, yalnızca yerel dinamiklerle değil; aynı zamanda ulusal ve uluslararası güç ilişkileriyle, modernleşme süreçleriyle ve kültürel kırılmalarla şekillenmektedir.

Diyarbakır (antik adıyla Amid), Mezopotamya’nın kuzeyinde, binlerce yıl boyunca kesintisiz bir şekilde yerleşimin sürdüğü, stratejik ve kültürel açıdan son derece önemli bir merkez olmuştur. Tarih boyunca Asurlulardan Romalılara, Bizanslılardan Abbasîlere, Artuklulardan Osmanlılara kadar pek çok medeniyet bu şehirde iz bırakmıştır. Ancak Diyarbakır’ın asıl özgünlüğü, sadece imparatorluklara başkentlik yapmasından değil; aynı zamanda etnik, dinsel ve kültürel çoğulluğu bünyesinde barındırmasından kaynaklanır. Özellikle Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Araplar ve Türkler uzun yüzyıllar boyunca bu coğrafyada bir arada yaşamış; şehir, çok kültürlü bir yaşam dünyasının, ortak mekânsal paylaşımın ve gündelik hayattaki kültürel etkileşimlerin merkezi olmuştur (Bruinessen, 1992).

Ancak bu zengin çoğulluk, modern ulus-devletin kuruluş süreciyle birlikte ciddi bir kırılmaya uğramıştır. 20. yüzyılın başlarında yaşanan 1915 Ermeni Soykırımı, bu tarihsel çok kültürlülüğün en radikal biçimde parçalanmasına yol açmış; Diyarbakır’daki Ermeni varlığı neredeyse bütünüyle ortadan kaldırılmıştır (Üngör, 2011). Benzer şekilde, Süryani nüfus da gerek Osmanlı’nın son döneminde gerekse Cumhuriyet’in erken yıllarında maruz kaldığı baskılar ve tehcir politikaları nedeniyle ciddi biçimde azalmış, Arap ve Türk nüfusla birlikte Kürtler şehirde ağırlıklı hale gelmiştir. Cumhuriyet döneminde ulus-devlet inşasıyla birlikte uygulanan tek tipçi politikalar —özellikle Türkçeleştirme, yer adlarının değiştirilmesi, Kürt kimliğinin inkârı ve asimilasyon politikaları— Diyarbakır’ın tarihi dokusunu ve demografik yapısını derinden etkilemiştir (Yıldız, 2001).

Bu süreçte zorunlu göçler, iskân politikaları, köy boşaltmaları ve güvenlik gerekçesiyle gerçekleştirilen nüfus mühendislikleri Diyarbakır’ın çok kültürlü yapısını büyük ölçüde homojenleştirmiştir. Bugün, şehrin toplumsal hafızasında bu kırılmaların izleri hâlâ canlı bir biçimde hissedilmekte; geçmişin birlikte yaşam kültürü, hem nostaljik bir anlatı hem de demokratik bir gelecek tahayyülünün temel referans noktası olarak varlığını sürdürmektedir. Dolayısıyla Diyarbakır, hem geçmişin çoğulcu mirasını hem de bu mirasın nasıl bastırıldığını, yok sayıldığını ve yeniden inşa edilmesi gerektiğini barındıran çok katmanlı bir sosyolojik mekân olarak değerlendirilmelidir.

Bu tarihsel dönüşüm, Diyarbakır’ın toplumsal belleğinde derin yaralar açmış, kent kimliğini travmalarla örülü bir hafızaya dönüştürmüştür. Bu bağlamda Maurice Halbwachs’ın “kolektif bellek” kavramı Diyarbakır için oldukça işlevseldir: Kent, geçmişte yaşanan acıları kolektif bir anlatıya dönüştürmüş ve bu anlatı Kürt kimliğinin şekillenmesinde belirleyici olmuştur (Halbwachs, 1992).

Diyarbakır’ın nüfusunun büyük kısmı Kürtlerden oluşur. Kürt kimliği, özellikle 1980’lerden itibaren siyasal anlamda görünürlük kazanmış, ancak bu görünürlük aynı zamanda devletin baskı politikalarıyla karşılık bulmuştur. OHAL uygulamaları, faili meçhul cinayetler, köy boşaltmaları ve kültürel yasaklar, kentin toplumsal yapısını doğrudan etkilemiştir (Watts, 2010).

Michel Foucault’nun “iktidarın mikrofiziği” yaklaşımıyla değerlendirildiğinde, Diyarbakır’da devletin topluma yalnızca merkezi değil, gündelik yaşamın en küçük alanlarına kadar sızan bir denetim ve kontrol mekanizması kurduğu görülmektedir.

1990’lı yıllar, Türkiye’nin yakın tarihindeki en ağır iç çatışma dönemlerinden birine sahne olmuş; özellikle Kürt illerinde PKK ile devlet güçleri arasında yoğunlaşan silahlı çatışmalar sonucunda on binlerce insan hayatını kaybetmiş, binlerce köy zorla boşaltılmış ya da yakılmıştır. Bu zorunlu göç dalgasının en büyük hedef şehirlerinden biri ise Diyarbakır olmuştur. Devletin güvenlik politikaları çerçevesinde gerçekleştirilen bu tahliyeler, yalnızca demografik bir hareketlilik değil; aynı zamanda sosyo-ekonomik, kültürel ve mekânsal bir dönüşüm anlamına gelmiştir. Göç etmek zorunda kalan yüz binlerce insan, kente geldiklerinde barınma, istihdam ve kamusal hizmetlere erişim gibi temel ihtiyaçlarını karşılamakta büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Diyarbakır’ın çeperlerinde hızla ve plansız biçimde oluşan gecekondu mahalleleri —Ben û Sen, Bağlar, Şehitlik, Kayapınar ’ın bazı bölgeleri— bu dönemin izlerini bugün hâlâ taşımaktadır (Çelik, 2005).

Bu yeni yerleşim bölgeleri, kırsal geleneklerin ve kent yaşamının iç içe geçtiği melez (hibrit) sosyolojik mekânlar olarak ortaya çıkmıştır. Burada ne tam anlamıyla geleneksel köy kültürü ne de tam anlamıyla kentli bir yaşam tarzı baskın hâle gelmiş; bunun yerine, her iki yapının gerilimli bir etkileşimi gözlemlenmiştir. Bu durum, kent sosyolojisinde “çeperleşme” (peripheralization) ve “kent yoksulluğu” kavramlarıyla açıklanabilir. Çeperleşme, yalnızca fiziksel anlamda merkezin dışında kalmayı değil; aynı zamanda siyasal temsil, eğitim, sağlık ve istihdam gibi haklara erişimde de marjinalleşmeyi ifade eder. Kentin çeperine sıkışan bu yeni göçmen topluluklar, modern kentsel hayata entegre olmakta zorlanmış; informal ekonomi, geçici işçilik, düşük ücretli sektörlerde çalışmak gibi kırılgan yaşam stratejilerine mahkûm olmuştur.

Bu noktada Pierre Bourdieu’nün "kültürel sermaye" kavramı açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır (Bourdieu, 1986). Kırsal alandan gelen bireyler, şehirdeki sembolik, dilsel ve davranışsal kodlara yabancı oldukları için yalnızca ekonomik değil aynı zamanda kültürel olarak da dışlanmışlardır. Örneğin şehirde egemen olan Türkçeyi standart aksanla konuşamamak, kurumsal işleyişe aşina olmamak ya da bürokratik prosedürleri kavrayamamak; göçmen bireylerin okul, hastane, belediye gibi kurumlara erişimini zorlaştırmış, gündelik hayatta onları sürekli olarak “öteki” pozisyonuna itmiştir. Bu da hem öznel düzeyde bir kimlik krizine hem de yapısal düzeyde kuşaklar arası yoksulluğun yeniden üretimine neden olmuştur.

Ayrıca bu çeperleşme süreci yalnızca bireyleri değil, toplulukları da etkilemiş; geleneksel köy dayanışmasıyla kent yaşamındaki bireyciliğin arasında sıkışan göçmen nüfus, yeni bir kolektif kimlik üretme sürecine girmiştir. Diyarbakır’ın bu yeni mahallelerinde oluşan "mahalle aidiyetleri", kentsel mekânda bir tür yeni cemaatçiliğin (neo-communalism) zemini hâline gelmiştir. Ancak bu dayanışma ağları, çoğu zaman devletin güvenlik merkezli politikaları nedeniyle kriminalize edilmiş; bu da göçmen mahallelerin sürekli gözetim altında tutulan ve zaman zaman cezalandırılan alanlar olarak kodlanmasına yol açmıştır.

Dolayısıyla 1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göç süreci, Diyarbakır'ın demografik yapısını dönüştürmenin ötesinde, şehrin toplumsal dokusunu, mekânsal düzenini ve sınıfsal ayrışmasını da derinden etkilemiştir. Bu sürecin izleri yalnızca gecekondu mahallelerinde değil; aynı zamanda eğitimde, sağlıkta, yerel yönetim taleplerinde ve toplumsal hareketlerde de görünür hâle gelmiştir.

Diyarbakır’da kadınlar geleneksel aile yapısının katı normlarına sıkı sıkıya bağlı olmakla birlikte, son yıllarda artan kadın mücadelesi sayesinde kamusal alanda daha fazla yer bulmuştur. Özellikle 2000’li yıllarda Kürt kadın hareketi, hem patriyarkaya hem de devlete karşı özgün bir toplumsal direnç hattı oluşturmuştur (Bozarslan, 2008).

Kadınların eğitim, sağlık ve istihdam alanlarında karşılaştığı yapısal eşitsizliklerin yanı sıra, “namus cinayetleri” gibi ataerkil şiddet biçimleri hala yaygındır. Buna karşılık, Diyarbakır’daki kadın sivil toplum örgütleri, kadın merkezleri (örneğin: DİKASUM) ve belediye destekli projeler önemli toplumsal dönüşümler yaratmıştır.

Diyarbakır gençliği, Türkiye ortalamasının üzerinde bir işsizlik oranıyla karşı karşıyadır. Gençler arasında geleceğe dair umutsuzluk, göç etme isteği ve “aidiyetsizlik” duygusu yaygındır. Ancak aynı zamanda yüksek bir siyasal farkındalık da söz konusudur. Bu çelişki, Diyarbakır gençliğini hem potansiyel bir direniş gücü hem de risk altındaki bir toplumsal grup haline getirmektedir (Yükseker, 2006).

Gençlerin kimlik inşasında anadil, aile belleği ve devletin uygulamaları büyük rol oynamaktadır. Özellikle Kürtçe konuşmanın baskılanması, genç bireylerde kimlik çatışmalarına neden olmakta, bu da bireysel ve toplumsal düzeyde psikolojik sorunları tetiklemektedir.

Türkiye’de eğitimin tek dilde (Türkçe) yapılması, Diyarbakır gibi Kürt nüfusunun yoğun olduğu kentlerde pedagojik başarısızlık ve toplumsal yabancılaşma üretmektedir. Eğitim bilimci Cummins’in “eş zamanlı iki dillilik” (additive bilingualism) modeline göre, çocukların anadillerinde eğitim alabilmesi onların bilişsel ve duygusal gelişimini desteklemektedir (Cummins, 2000). Ancak Türkiye’de bu hak tanınmadığı için, Diyarbakır’da eğitim başarısızlığı yapısal bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir.

2015-2016 yıllarında Sur’da yaşanan çatışmalar sonrası uygulanan kentsel yıkım ve yeniden yapılandırma projeleri, Diyarbakır’ın tarihsel ve toplumsal dokusunu derinden sarsmıştır. Suriçi’nin boşaltılması, binlerce insanın yerinden edilmesi ve belleği taşıyan mekânların yok edilmesi, “hafızasızlaştırma” olarak tanımlanabilir (Jongerden, 2018).

Bu süreç, Henri Lefebvre’nin “mekânın üretimi” teorisi çerçevesinde okunabilir. Devlet, Sur’u yeniden inşa ederken yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ideolojik bir mekân yaratmaktadır. Bu ise toplumsal hafızayı silmekte ve kimlik inşasını yeniden şekillendirmektedir.

Diyarbakır’da İslam dini baskın olmakla birlikte, dinsel yapılar mezhepsel olarak çeşitlidir. Nakşibendi tarikatı, Menzil cemaati gibi dini yapılar kentte etkilidir. Ancak buna karşılık Alevi inancı ve Ezidilik gibi geleneksel inançlar, tarihsel olarak dışlanmış ve bastırılmıştır.

Son yıllarda özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Diyarbakır’da artan etkisi, laik kesimlerde rahatsızlık yaratmakta; kentte seküler ve dindar yaşam tarzları arasında görünmeyen bir sınır oluşturmaktadır.

Diyarbakır’daki sivil toplum, özellikle kültürel haklar, kadın hakları ve çevre mücadelesi konusunda Türkiye ortalamasının üzerinde bir dinamizm göstermektedir. Kürt kültür merkezleri, tiyatro toplulukları, belgeselciler, müzisyenler ve yayıncılar bu anlamda önemli bir kültürel direniş üretmektedir.

Örneğin Aram Tigran Konservatuvarı, Amed Şehir Tiyatrosu ve Kürtçe yayın yapan dergiler (Wêje û Rexne, Rewşen gibi) bu kültürel dinamizmin taşıyıcılarıdır. Kültür, devletle yaşanan çatışmada alternatif bir siyasal alan yaratmaktadır (Scott, 1990).

Diyarbakır, Türkiye’nin yalnızca “bir şehri” değil; toplumsal hafızanın, kimlik politikasının, eşitsizliklerin ve direnişin kesişim noktasıdır. Kentin sosyolojik analizi, klasik kent kuramlarının ötesine geçerek; kimlik, hafıza, dil, devlet, şiddet ve toplumsal hareketler üzerinden derinleştirilmeyi gerektirir.

Toplumsal barışın sağlanmadığı, kültürel çoğulculuğun tanınmadığı ve yerel demokrasinin kurumsallaşmadığı bir ortamda Diyarbakır, yalnızca sosyo-politik çatışmaların değil, aynı zamanda bastırılmış hafızaların ve ertelenmiş adaletin ağırlığını da taşımaya devam edecektir. Bu şehir, yüzyıllardır farklı halkların, inançların ve dillerin iç içe yaşadığı; ancak modern ulus-devletin tekçi anlayışıyla kültürel dokusu zedelenmiş, toplumsal yaraları derinleşmiş bir kenttir. Kürt kimliğinin bastırılması, ana dilde eğitimin reddi, zorunlu göçler, kayyım uygulamaları, mekânsal dönüşüm projeleri ve güvenlik merkezli yönetim pratikleri; Diyarbakır’ın hem fiziksel hem de simgesel anlamda kuşatılmasına yol açmıştır. Oysa bu şehir, potansiyel olarak demokratikleşmenin, çok kültürlülüğün ve barış içinde bir arada yaşamanın da güçlü bir zeminini barındırmaktadır. Diyarbakır’ın sosyolojisi, yalnızca acıların ve çatışmaların değil; aynı zamanda umudun, direncin ve yeni bir toplumsal sözleşmenin taşıyıcısı olabilecek bir dinamiğe sahiptir. Ancak bu potansiyelin açığa çıkabilmesi için, devletin baskıcı reflekslerinden arındırılmış, yerelin özneleştiği, halkın kendi kaderi üzerinde söz sahibi olduğu demokratik bir zeminin inşa edilmesi zorunludur. Aksi hâlde, Diyarbakır’ın belleği, yalnızca geçmişin değil, sürdürülen inkârın ve adaletsizliğin de yükünü geleceğe taşımaya mahkûm olacaktır.

Kaynakça:

1-Bourdieu, P. (1986). Sermayenin Biçimleri.

2-Bozarslan, H. (2008). Kürt Sorunu: Tarih, Kimlik, Siyaset. İletişim.

3-Bruinessen, M. van (1992). Ağa, Şeyh ve Devlet: Kürdistan'ın Toplumsal ve Politik Yapıları.

4- Çelik, A. B. (2005). “Etnik Sınırları Aşmak: Güneydoğu Türkiye'de Devlet ve Sivil Toplum.” Orta Doğu Dergisi, 59(1), 92-110.

5- Cummins, J. (2000). Dil, Güç ve Pedagoji: Çapraz Ateşte İki Dilli Çocuklar.

6-Halbwachs, M. (1992). Kolektif Bellek Üzerine.

7-Jongerden, J. (2018). “Kürdistan'da Mekanın Üretimi.” Politik Coğrafya, 65, 33–42.

8- Scott, J. C. (1990). Egemenlik ve Direniş Sanatları: Gizli Transkriptler.

9- Üngör, U. U. (2011). Modern Türkiye'nin Oluşumu: Doğu Anadolu'da Ulus ve Devlet, 1913–1950.

10-Watts, N. F. (2010). Görevdeki Aktivistler: Türkiye'de Kürt Siyaseti ve Protesto.

 

Diyarbakır’da Yaşlı Olmak

"Bir kentin vicdanı, en sessiz yaşayanlarında gizlidir."

İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim Fakültesi (AUZEF) hazırlık sınavlarında yer alan “Aşağıdakilerden hangisi yaşlı dostu kent değildir?” sorusuna verilen doğru yanıtın Diyarbakır olarak belirtilmesi dikkat çekmiştir. Ancak bu yanıt, sadece teknik verilere mi dayanıyor yoksa Diyarbakır'ın gerçek anlamda yaşlı bireyler için elverişsiz bir kent olduğunu mu ima ediyor? Bu durum, hem akademik hem de toplumsal açıdan tartışılmayı hak eden önemli bir sorudur.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından geliştirilen "yaşlı dostu şehir" kavramı, yaşlı bireylerin bağımsız, güvenli, saygın ve aktif bir yaşam sürdürebilmelerini destekleyen fiziksel, sosyal ve hizmet altyapılarını içeren kentsel yapıları tanımlar. Bu çerçevede açık alanlardan ulaşıma, konuttan sosyal katılıma kadar geniş bir yelpazede yaşlı bireylerin ihtiyaçlarına duyarlı bir planlama anlayışı öne çıkar. Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve toplumsal açıdan en özgün kentlerinden biri olan Diyarbakır’ın, bu niteliğe sahip bir şehir haline gelmesi; demografik dönüşümler, kentleşme dinamikleri ve sosyoekonomik eşitsizlikler bağlamında sosyolojik açıdan çok katmanlı bir değerlendirmeyi gerektirir.

Diyarbakır, Türkiye'nin en genç nüfuslu kentlerinden biri olarak anılsa da, ülke genelindeki yaşlanma eğilimi burada da belirginleşmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, doğurganlık oranlarında düşüş ve yaşam süresinde artış, 65 yaş ve üzeri bireylerin oranını artırmaktadır. Diyarbakır’da yaşlı bireyler sıklıkla çok kuşaklı aile yapıları içinde yaşamlarını sürdürseler de, son yıllarda kentsel göç, çekirdek aile modelinin yaygınlaşması ve genç nüfusun büyük şehirlere göç etmesi gibi etkenler, yaşlı bireylerin yalnız yaşamaya başlamasına veya sosyal izolasyonla karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır.

Diyarbakır’ın tarihi dokusu ve kentsel altyapısı, yaşlı bireylerin hareketliliği için çeşitli engeller barındırmaktadır. WHO’nun yaşlı dostu şehir çerçevesinde vurguladığı erişilebilir kaldırımlar, rampalar, dinlenme alanları ve güvenli geçiş noktaları, Diyarbakır’ın birçok bölgesinde yetersizdir. Özellikle engelli veya hareket kabiliyeti kısıtlı yaşlılar için mevcut kentsel planlamanın yetersiz olduğu görülmektedir. Toplu taşıma araçlarının (minibüs ve otobüslerin) kalabalık olması, alçak tabanlı araçların eksikliği ve yaşlılara yönelik öncelikli oturma düzenlemelerinin olmaması gibi sorunlar, yaşlı bireylerin bağımsız hareket etme haklarını kısıtlamaktadır.

Kırsal bölgelerden gelen göçle şekillenen yeni apartman yaşamı, geleneksel Diyarbakır evlerindeki geniş avlulu, çok kuşaklı yaşam biçimini yerini dar, ulaşım ve güvenlik açısından sorunlu konutlara bırakmıştır. Bu durum, yaşlı bireylerin yaşadıkları mekânların onların ihtiyaçlarına uygun olmamasına yol açmaktadır. Asansörsüz binalar, tutunma barlarının eksikliği, banyo ve mutfaklarda ergonomik düzenlemelerin yapılmaması gibi temel eksiklikler, ev içi kazaların riskini artırmakta ve bağımsız yaşamı tehdit etmektedir. WHO’nun savunduğu “yerinde yaşlanma” anlayışı doğrultusunda Diyarbakır’da evlerin yaşlılara uygun şekilde dönüştürülmesini teşvik eden sosyal konut politikalarına ihtiyaç vardır.

Diyarbakır, kadim kültürü ve güçlü toplumsal hafızasıyla sosyal katılım açısından önemli potansiyellere sahiptir. Dengbêjlik geleneği, dini cemaat yapıları, semt pazarı sohbetleri ve geleneksel hikâye anlatımı gibi uygulamalar yaşlı bireyler için sosyal bağlantı kanalları sunar. Ancak, artan güvenlik sorunları, ekonomik yoksulluk, toplumsal kutuplaşma ve mekânsal ayrışma gibi etkenler, yaşlı bireylerin kamusal alanlara erişimini kısıtlamaktadır.

Toplum merkezleri ve sosyal yaşam alanları, yaşlı bireylerin sosyalleşmesine ve toplumla bağlarını sürdürmesine katkı sağlayabilir. Çanakkale’deki Altın Yıllar Yaşam Merkezi gibi örnekler, Diyarbakır’da da uyarlanabilir niteliktedir.

Diyarbakır’da yaşlılara yönelik saygı kültürel ve dini değerlerle iç içe geçmiş bir normdur. Ancak bu geleneksel normlar modern yaşam pratikleriyle zayıflamakta, yaş ayrımcılığı, yaşlıların karar alma süreçlerinden dışlanması ve görünmezleşmeleri gibi olgular artmaktadır. Özellikle yaşlı kadınlar, cinsiyet eşitsizliği, yoksulluk ve eğitime erişim gibi nedenlerle daha fazla marjinalleşmekte, bu da toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığın yaşlılıkta da sürdüğünü göstermektedir. Intersectionality (kesişimsellik) kuramı çerçevesinde, yaşlı Kürt kadınlarının çoklu ayrımcılık biçimleriyle karşılaştığı anlaşılmaktadır.

Yaşlı bireylerin hizmetlere erişiminde bilgiye ulaşma önemli bir engel teşkil etmektedir. Diyarbakır’da kırsal bölgelerde yaşayan yaşlıların önemli bir kısmı düşük okuryazarlık oranına sahiptir ve dijital teknolojilere erişimleri sınırlıdır. Bu durum, hem sağlık hizmetlerinden faydalanmalarını hem de sosyal haklarına dair bilgilere ulaşmalarını zorlaştırmaktadır. Belediyeler aracılığıyla kurulacak yaşlı bilgi merkezleri, sadeleştirilmiş bilgi panoları ve telefon destek hatları bu sorunu kısmen çözebilir.

Diyarbakır’da sağlık hizmetleri genellikle kamu hastaneleri ve poliklinikler üzerinden sağlanmaktadır. Ancak geriatrik sağlık hizmetlerinin yetersizliği, evde bakım olanaklarının sınırlılığı ve ruh sağlığı hizmetlerine erişimde yaşanan güçlükler yaşlılar için ciddi bir zorluk teşkil etmektedir. Aile bireylerinin bakım yükünün yüksek olması, yaşlı bireylerin profesyonel destek yerine yalnızlığa veya ihmale mahkûm edilmesine neden olabilir. Toplum temelli bakım hizmetleri, gündüz bakım merkezleri ve evde sağlık destek programları bu anlamda öncelikli sosyal yatırım alanları olmalıdır.

Diyarbakır’ın yaşlı dostu bir şehir olabilmesi için sadece fiziksel altyapı değil, toplumsal ilişkiler ağı, kültürel normlar ve sosyal politikalar da dönüştürülmelidir. Yaşlı bireylerin marjinalleşmeden, onurlu bir yaşam sürebilmeleri için öneriler şunlardır:

Rampalar, oturma alanları, ışıklandırılmış ve güvenli kaldırımların artırılması.

Alçak tabanlı otobüsler, öncelikli oturma alanları ve yaşlılara yönelik ulaşım kartları.

Yaşlılara uygun ev düzenlemeleri için belediye destekli programlar.

Kültürel etkinlikler, eğitim ve sağlık bilgilendirme oturumları sunan yaşlı merkezleri.

Emekli bireylerin deneyimlerinden faydalanılacak alanların oluşturulması.

Yaşlılara özel dijital eğitim programları ve rehberlik hizmetleri.

Evde bakım, ruh sağlığı desteği ve yaşlı bireylere özel klinikler.

Diyarbakır'ın tarihsel dayanışma ruhunu yaşlıların yaşam kalitesini artıracak biçimde güncellemesi, kenti sadece yaşlı dostu değil, aynı zamanda toplum dostu bir geleceğe taşıyacaktır.

 

22.5.25

Kent Planlamasında Sosyologların Rolü: Diyarbakır Örneği

"Bir şehri inşa etmek sadece binalar dikmek değil, insanları ve hikâyelerini yaşatmaktır."

Kent planlaması, yalnızca mühendislik, mimarlık ve şehircilik disiplinleriyle sınırlandırılmaması gereken çok boyutlu bir süreçtir. Özellikle Diyarbakır gibi tarihi, kültürel ve demografik yapısı oldukça karmaşık olan kentlerde, planlama sürecinde sosyologların da aktif rol alması büyük bir gereklilik hâline gelmiştir. 

Kent Planlamasında Sosyolojinin Önemi 

Kentler, yalnızca fiziksel mekânlar değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin, kültürel kimliklerin ve ekonomik faaliyetlerin yoğunlaştığı alanlardır. Dolayısıyla, şehir planlaması sadece binaların, yolların ve altyapının düzenlenmesiyle sınırlı olmamalıdır. Sosyologlar, şehirde yaşayan farklı toplumsal kesimlerin ihtiyaçlarını, kültürel pratiklerini ve mekânsal kullanım alışkanlıklarını analiz ederek daha insan odaklı bir planlama yapılmasına katkı sunarlar. 

Bir şehir planı oluşturulurken şu sorular önemlidir: 

Kentin mevcut sosyal dokusu nasıldır ve bu doku yeni projelerden nasıl etkilenir? 

Toplumun farklı kesimlerinin mekân kullanımı ve kentle ilişkisi nasıldır? 

Kent içindeki eşitsizlikleri giderecek nasıl bir planlama yapılabilir? 

Göçle gelen nüfusun entegrasyonu nasıl sağlanabilir? 

Kültürel mirasın korunmasıyla modernleşme arasındaki denge nasıl kurulmalıdır? 

Bu sorulara yanıt aramak, yalnızca mühendislik veya mimarlık bilgisiyle mümkün değildir. Bu noktada, sosyologlar devreye girerek toplumsal analizler yapmalı ve şehir planlarına sosyal boyutu eklemelidirler. 

Diyarbakır’ın Sosyolojik Dinamikleri

Diyarbakır, Türkiye’nin en eski yerleşim yerlerinden biri olarak çok katmanlı bir sosyal yapıya sahiptir. Kentin planlamasında göz önünde bulundurulması gereken sosyolojik dinamiklerden bazıları şunlardır: 

Diyarbakır, Mezopotamya’nın en önemli merkezlerinden biri olmanın yanı sıra, birçok etnik ve kültürel grubun tarihsel olarak bir arada yaşadığı bir kenttir. Kentin tarihi dokusu ve mekânsal hafızası, yeni şehir planlarıyla zarar görmemelidir. Yeni projeler, tarihî mekânları yok etmek yerine onları yaşatacak şekilde düzenlenmelidir. 

Diyarbakır, özellikle 1990’lardan sonra yoğun göç almış ve kent çeperlerinde plansız yerleşim alanları oluşmuştur. Bu alanların dönüştürülmesi sürecinde, sosyologlar göçmenlerin mekânsal alışkanlıklarını, iş gücü entegrasyonlarını ve sosyal ilişkilerini analiz ederek toplumsal dokuya zarar vermeden çözümler üretmelidirler. 

Şehirdeki mekânsal dağılımın adil olup olmadığı büyük bir sorundur. Lüks konut projeleri, dar gelirli kesimleri dışlayıcı bir yapı oluşturduğunda sosyal ayrışmaya neden olmaktadır. Sosyologlar, sosyal adalet perspektifiyle kent planlamasına katkı sunarak bu tür ayrışmaları önleyici politikalar geliştirebilirler. 

Diyarbakır halkı için kamusal alanlar büyük önem taşımaktadır. Parklar, meydanlar, çarşılar ve sur çevresi, sadece rekreasyon alanları değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin kurulduğu ve kültürel mirasın yaşatıldığı mekânlardır. Şehir plancıları, sosyologların rehberliğinde, bu alanların korunmasına ve geliştirilmesine yönelik projeler üretmelidir. 

Diyarbakır, Türkiye’de genç nüfus oranı en yüksek şehirlerden biridir. Ancak gençlerin eğitim, istihdam ve sosyal aktivite alanlarına erişimi sınırlıdır. Şehir planlamasında gençlere yönelik sosyal mekânların artırılması, spor ve kültürel etkinlik alanlarının düzenlenmesi önemlidir. 

Sosyologlar Kent Planlamasında Nasıl Bir Rol Oynayabilir?

Diyarbakır gibi sosyo-kültürel açıdan zengin ve dinamik bir şehirde sosyologların kent planlama süreçlerine dahil edilmesi şu alanlarda büyük fayda sağlayacaktır: 

Yeni bir yol, köprü, konut veya alışveriş merkezi inşa edilmeden önce, projenin sosyal yapıyı nasıl etkileyeceği analiz edilmelidir. Örneğin, bir mahallede dönüşüm planlanıyorsa, orada yaşayan insanların nasıl etkileneceğini değerlendirmek gereklidir. 

Halkın kent planlamasına doğrudan katılımını sağlamak, sürdürülebilir kentleşme için kritiktir. Sosyologlar, halkın görüşlerini sistematik bir şekilde toplayarak şehir plancıları ile yerel halk arasında köprü görevi görebilirler. 

Kentsel dönüşüm projelerinin yalnızca ekonomik fayda odaklı olmaması, sosyal adaleti gözetmesi gerekir. Sosyologlar, özellikle yoksul ve dezavantajlı grupların kentsel haklarını koruyacak politikaların geliştirilmesine katkı sağlayabilirler. 

Tarihî bölgelerin korunması ve geleneksel mahalle yapılarının yaşatılması için sosyolojik analizler gereklidir. Aksi takdirde, kentsel dönüşüm projeleri kentin kimliğini yok edebilir. 

Diyarbakır gibi çok kültürlü bir şehirde, farklı toplumsal grupların barış içinde yaşaması için şehir planlamasının sosyal uyumu destekleyecek şekilde yapılması gerekir. Bu kapsamda, sosyologlar şehir içinde etkileşimi artıracak projeler geliştirebilirler. 

Diyarbakır’ın şehir planlaması, yalnızca teknik bir mühendislik meselesi olarak ele alınmamalı, sosyal bilimlerin de dâhil olduğu bütüncül bir yaklaşım benimsenmelidir. Sosyologlar, şehrin tarihî ve kültürel kimliğini koruyarak, sosyal adaleti gözeten, halkın katılımını sağlayan ve kentsel dönüşüm süreçlerini insan odaklı bir perspektifle değerlendiren bir planlamaya katkı sunabilirler. 

Öneriler:

Şehir planlama süreçlerine sosyologların da dahil edilmesini zorunlu kılan politikalar geliştirilmelidir.  

Büyük projeler öncesinde sosyal etki analizleri yapılmalıdır. 

Halkın doğrudan katılımını sağlayacak mekanizmalar oluşturulmalıdır. 

Tarihî mekânlar ve kültürel miras, şehirleşme süreçlerinde korunmalıdır. 

Genç nüfusun ve göçle gelen kesimlerin kente entegrasyonu desteklenmelidir. 

Diyarbakır gibi zengin bir tarihe ve kültüre sahip bir şehirde, sosyologların katkısı olmadan yapılan şehir planlamaları, toplumsal dokuya zarar verebilir. Bu nedenle, şehir plancıları ve mühendislerle birlikte sosyologlar da planlama süreçlerine aktif olarak dâhil edilmelidir.

20.5.25

15 Mayıs: Kürtçenin Yaşama Hakkına Adanmış Bir Gün

“Ana dilim, toprağımın sesi, kalbimin dilidir. 15 Mayıs Kürt Dil Bayramı kutlu olsun!”

Dil, sadece kelimelerin bir araya gelmesinden ibaret değildir. Her dil, onu konuşan halkın dünyaya bakışını, toplumsal hafızasını, kültürel değerlerini ve tarihsel tecrübelerini yansıtır. Sosyoloji açısından bakıldığında ise dil, toplumun nasıl örgütlendiğini, nasıl dönüştüğünü ve bireylerin bu yapı içerisinde nasıl kimlik kazandığını anlamak için temel bir anahtardır.

Bu bağlamda Kürt dili, binlerce yıllık tarihiyle sadece bir iletişim aracı değil; aynı zamanda bir halkın kimliği, hafızası ve direnişidir. Kürt dili, İranî diller ailesine mensup olup, zengin lehçeleriyle dikkat çeker. En yaygın lehçeler arasında Kurmancî, Soranî ve Zazakî yer alır:

Kurmancî, Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ta yaşayan Kürtlerin çoğunluğu tarafından konuşulan en yaygın lehçedir.

Soranî, özellikle Irak Kürdistan Bölgesi ve İran'ın batısında güçlü bir şekilde kullanılır.

Zazakî ise ağırlıklı olarak Türkiye'nin doğu bölgelerinde yaşayan Kürtler arasında konuşulur.

Kürt dili, tarih boyunca Mezopotamya'nın bereketli topraklarında gelişmiş, sayısız uygarlıkla etkileşim kurmuştur. Arapça, Farsça ve Türkçe gibi dillerle etkileşim içinde olsa da Kürtçe kendi özgünlüğünü koruyarak yaşamını sürdürmüştür. Farklı dönemlerde Latin, Arap ve Kiril alfabeleriyle yazılmış olan Kürtçe, günümüzde özellikle Latin alfabesiyle daha yaygın biçimde yazılmaktadır.

Ancak bu kadim dil, yüzyıllar boyunca sadece bir kültürel miras değil; aynı zamanda bir mücadele alanı da olmuştur. Kürtçe, birçok ülkede uzun yıllar boyunca baskıya, yasağa ve ayrımcılığa maruz kalmıştır. Ana dilde eğitim hakkı tanınmamış, Kürtçe yayınlar yasaklanmış, konuşmak dahi cezalandırılmıştır. Buna rağmen Kürt halkı, dilini yaşatma ve koruma konusundaki kararlılığından hiçbir zaman vazgeçmemiştir.

Günümüzde Kürt dili, yeniden diriliş sürecindedir. Kürtçe televizyon kanalları, yayın evleri, eğitim kurumları ve kültürel faaliyetler aracılığıyla yeniden görünürlük kazanmakta; akademik çevrelerde daha fazla ilgi görmektedir. Kürtler, dil haklarını savunma ve dillerini gelecek kuşaklara aktarma konusunda ciddi bir irade ortaya koymaktadır.

İşte bu çabanın ve kararlılığın sembol günlerinden biri de 15 Mayıs Kürt Dil Bayramıdır. Her yıl bu özel günde, Kürtçenin tarihsel, kültürel ve toplumsal değeri vurgulanır; dilin korunması ve geliştirilmesi yönündeki irade toplumsal düzlemde yeniden ilan edilir. Şiir dinletileri, konserler, tiyatro gösterimleri, paneller ve atölye çalışmaları ile Kürt dilinin zenginliği kutlanır, yaşatılması için kolektif bilinç güçlendirilir.

Kürt Dil Bayramı, yalnızca kutlamaların yapıldığı bir kültürel etkinlik değil, aynı zamanda güçlü bir farkındalık günüdür. Bu özel gün, dilin yalnızca bireylerin düşüncelerini ifade etmekte kullandığı teknik bir araç olmadığını, aynı zamanda bir halkın kolektif belleğini, tarihsel sürekliliğini ve toplumsal varoluşunu taşıyan temel bir unsur olduğunu hatırlatır. Dil; bir halkın duygularını, acılarını, sevinçlerini, mücadele deneyimlerini ve hayal dünyasını yansıtan çok katmanlı bir yapıdır. Bu bağlamda, Kürt Dil Bayramı, Kürt halkının yalnızca dilini kutladığı bir gün olmanın ötesine geçerek, kolektif kimliğinin tanınması ve korunması yönündeki tarihsel taleplerini dile getirdiği önemli bir platform haline gelir.

Bu bayram, Kürt halkının uzun yıllardır bastırılan ve inkâr edilen varoluş hakkının bir tezahürü olarak, çoğulculuk ilkesine dayalı bir toplumsal düzen talebinin altını çizer. Aynı zamanda, demokratik eşitlik temelinde şekillenecek bir yurttaşlık anlayışının inşasına katkı sunmayı amaçlar. Kürtçenin kamusal alanda görünür kılınması, medyada, eğitim kurumlarında, yerel yönetimlerde ve sosyal yaşamın her alanında yaşatılması; halkın kendi kimliğiyle eşit yurttaş olma arzusunun somut bir ifadesidir. Bu nedenle 15 Mayıs, yalnızca bir takvim günü değil, aynı zamanda ana dilde eğitimin evrensel bir insan hakkı olduğunun ve bu hakkın gecikmeksizin tanınması gerektiğinin hatırlatıldığı, politik bir bilinçlenme günüdür.

Kürt Dil Bayramı vesilesiyle gerçekleştirilen etkinlikler —şiir dinletileri, paneller, sergiler, halk buluşmaları ve akademik sunumlar— hem dilin estetik yönünü görünür kılar, hem de bu dilin taşıyıcısı olan halkın siyasi ve kültürel taleplerini kamuoyuna duyurur. Dolayısıyla bu gün, bir kutlamadan ziyade, Kürt halkının tarihsel hafızasına, kolektif haklarına ve gelecek kuşaklara aktarılmak istenen kültürel mirasına sahip çıkma kararlılığının ifadesi haline gelir. Kürt Dil Bayramı, bir anlamda, yok sayılmaya çalışılan bir dilin her yıl yeniden doğduğu, kendini hatırlattığı ve “ben buradayım” dediği simgesel bir gündür.

15 Mayıs sadece bir bayram değil; aynı zamanda bir hatırlatmadır. Bu tarih, Kürt halkının diline, kültürüne ve kimliğine sahip çıkma iradesinin, baskılar karşısında gösterdiği direnişin ve kültürel mirasını geleceğe taşıma kararlılığının simgesidir. Kürt Dil Bayramı, aynı zamanda ortak bir belleği canlı tutmak, yeni kuşaklara Kürtçenin güzelliğini ve zenginliğini aktarmak için güçlü bir çağrıdır.

Dil yaşarsa, halk yaşar.

Dil gelişirse, kültür kök salar.

Dil sevilirse, özgürlük konuşur.

 

 

Amedspor’un Yükseliş Çağrısı

“Amedspor yalnız bir takım değil; bir halkın yüreğiyle attığı gol, direnişiyle kazandığı maçtır.”

2024-2025 sezonu boyunca Amedspor, büyük umutlarla çıktığı yolda taraftarlarının beklentilerini tam anlamıyla karşılayamasa da, bu durum kulüp camiasında daha büyük bir hayalin filizlenmesine neden oldu. Her galibiyet umudu biraz daha büyüttü, her kayıp yürekleri burktu ama aynı zamanda yeni bir azim doğurdu. Bugün geldiğimiz noktada, bu hayal sadece bir sportif hedef olmanın çok ötesine geçti. Amedspor’un Süper Lig yürüyüşü artık bu halkın özlemi, gururu ve toplumsal bir zafer arayışıdır.

Bu sezon yaşanan hayal kırıklığı, gelecek sezon için Süper Lig hedefini daha anlamlı, daha yakıcı ve daha ertelenemez kılmış durumda. Taraftarlar artık sadece bir başarı değil, Amedspor’un ruhuna yakışır bir mücadele görmek istiyor. Bu ruh; tutku, direnç, birlik, aidiyet ve kararlılık demektir. Bugün, o ruhu yeniden kuşanma, Amedspor’u baştan aşağıya bu değerlere uygun bir şekilde yenileme zamanıdır.

Taraftar tribünlerde hazır. Maraton’da, kale arkasında, deplasmanda, caddelerde, sosyal medyada ve her yürekte… Her tezahürat, her bayrak, her atkı bu inancı dile getiriyor: Amedspor bu sezon olmadıysa, gelecek sezon Süper Lig’e çıkacak. Taraftar buna inanıyor, çünkü onlar her zaman takımın önünde yürüyen vicdanı ve yüreğidir. Ancak bu inancı boşa çıkarmamak için sadece taraftarın hazır olması yetmez. Aynı düzeyde kulüp yönetimi, teknik ekip ve oyuncuların da bu büyük hedefe kilitlenmesi şart.

Süper Lig’e çıkmak, yalnızca sahada kazanılan puanlarla değil, aynı zamanda doğru yapılanma, stratejik transfer politikaları, güçlü bir kulüp kültürü ve sürdürülebilir bir vizyonla mümkündür. Transferler, Amedspor'un ruhunu taşıyan, mücadeleci, karakterli ve saha içinde olduğu kadar saha dışında da sorumluluk alabilecek oyuncular etrafında şekillenmelidir. Amedspor’un kimliğini bilen, bu şehirde oynamanın ne anlama geldiğini içselleştirmiş isimlerle yola çıkmak gerekir.

Amedspor’un geleceği bu topraklarda yetişiyor. Genç yetenekler, altyapıda sadece futbol değil, aynı zamanda Amedspor ruhunu öğreniyor. O yüzden altyapıdan çıkan futbolculara daha fazla şans vermek, bu kulübün kendi içinden doğarak büyümesini sağlamak anlamına gelir. Çünkü bu çocuklar, tribündeki ağabeylerinin, ablalarının, annelerinin, babalarının umutlarıdır. Her genç futbolcu, sadece bir sporcu değil; bir mahallenin, bir okulun, bir sokağın hayalidir. Bu hayale sahip çıkmak, Amedspor’un kendine sahip çıkması demektir.

Süper Lig’e çıkmak için taktiksel disiplin, fiziksel hazırlık ve zihinsel dayanıklılık vazgeçilmezdir. Teknik ekip, çağdaş futbol anlayışına sahip, dinamik ve analitik düşünen bir yapıda olmalı. Futbol artık sadece topu koşturmak değil, zekayı ve stratejiyi de doğru kullanmaktır. Oyuncular, uzun sezon boyunca iniş çıkışlar yaşayacak; işte tam da bu anlarda zihinsel direnç, takımı ayakta tutacak en önemli güç olacaktır.

Ancak başarı yalnızca sahada değil, kulübün tüm yapısında kazanılır. Amedspor’un kurumsal altyapısı güçlendirilmeli, mali yapısı planlı ve şeffaf bir zemine oturtulmalı, iletişim kanalları daha etkili kullanılmalıdır. Sponsorluklar, medya ilişkileri, taraftar kulüpleriyle işbirliği ve şehre yayılan bir aidiyet duygusu, başarıya giden yolda mihenk taşı olacaktır. Çünkü Amedspor sadece bir futbol kulübü değil, bir halkın umudunu ve kimliğini temsil eden büyük bir değerler manzumesidir.

Unutulmamalıdır ki Amedspor’un en büyük sermayesi taraftarıdır. Bu taraftar, yağmurda çamurda tribünleri terk etmeyen, deplasman yollarına düşen, mağlubiyette susmayan, galibiyette ağlayan bir topluluktur. Onların emeği, sevgisi ve fedakârlığı heba edilmemelidir. Amedspor’un yükselişi yalnızca bir kulübün başarısı değil; bu coğrafyada yaşayan insanların onuru, gençlerin umudu, çocukların yarını olacaktır.

Süper Lig’e çıkmak, Amedspor için yalnızca sportif bir hedef değildir. Bu, aynı zamanda tarihsel olarak dışlanan, görmezden gelinen, sesi bastırılmak istenen bir halkın sahada, tribünde ve kalbinde kurduğu büyük bir zaferin adıdır. Amedspor’un Süper Lig’e yükselmesi, bir futbol başarısından öte, bir toplumun ayağa kalkması anlamına gelir. Bu yol zorludur ama inançla, doğru yapılanmayla, kararlılıkla ve elbette bu halkın desteğiyle mümkündür.

Şimdi birlik zamanı. Şimdi mücadele zamanı. Şimdi Amedspor’u hak ettiği yere, Süper Lig’e taşıma zamanı. Çünkü Amedspor, yalnızca bir kulüp değil, bir halkın ortak rüyasıdır.

 

Okula Uğramadan Mezun Olanlar: Hayalet Öğrenci Krizi

"Okula uğramadan diploma alanlar, sadece binayı değil, eğitimin ruhunu da terk etmiş sayılır."

Son yıllarda Türkiye’de eğitim sisteminde giderek daha belirgin hale gelen bir sorun, “hayalet öğrenci” olgusu olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum, özellikle lise son sınıf öğrencileri arasında yaygınlaşmış bir uygulama olarak dikkat çekiyor: Öğrenciler, diploma alabilmek için bir özel okula kayıt yaptırıyor, ancak fiilen okula devam etmeden dershane veya özel kurslara yöneliyor. Daha da endişe verici olan, bu uygulamanın artık yalnızca 12. sınıflarla sınırlı kalmayıp, 9., 10. ve 11. sınıflara da yayılmaya başlamasıdır. Bu eğilim, eğitim sistemimizde pedagojik, sosyal ve ahlaki sorunlara yol açan ciddi bir tehlike olarak değerlendirilmelidir.

Hayalet öğrenci uygulaması, yüzeyde bireysel bir tercih gibi görünse de, okul topluluğunun bütününe ve eğitim sisteminin temel dinamiklerine zarar veren bir olgudur. Bu durumun etkileri, öğrenciler, öğretmenler ve okul kültürü üzerinde farklı boyutlarda kendini göstermektedir.

Okula düzenli devam eden öğrenciler, hayalet öğrenci uygulaması nedeniyle hem mağduriyet yaşıyor hem de motivasyon kaybına uğruyor. Her gün derslere katılmak için zaman ve emek harcayan öğrenciler, bazı arkadaşlarının okula uğramadan aynı diplomayı alabileceğini gördüğünde adalet duygusunu yitiriyor. Bu durum, öğrencilerin okula ve eğitim sürecine olan inancını zedeliyor. Aynı zamanda, okul ortamında bulunmayan öğrencilerin sosyal bağlardan uzak kalması, onların kişisel gelişimlerini ve toplumsal becerilerini olumsuz etkiliyor. Eğitim, yalnızca akademik bilgi aktarımı değil, aynı zamanda dayanışma, iş birliği ve sosyal etkileşim yoluyla bireylerin şekillenmesini sağlayan bir süreçtir. Hayalet öğrenciler, bu süreçten mahrum kalarak yalnızca sınav odaklı bir başarı anlayışına hapsoluyor.

Öğretmenler için de hayalet öğrenci olgusu son derece yıpratıcı bir durum yaratıyor. Boş sıralara ders anlatmak, öğretmenlerin mesleki motivasyonunu ve sınıf içi dinamikleri olumsuz etkiliyor. Sınıf ortamında eksik olan öğrenciler, birlikte öğrenme kültürünün ve grup içi etkileşimin zayıflamasına neden oluyor. Öğretmenler, bir yandan müfredatı yetiştirme baskısı altında kalırken, diğer yandan sınıfın çoğunluğunun fiziksel veya zihinsel olarak orada olmaması nedeniyle pedagojik hedeflerine ulaşmakta zorlanıyor. Bu durum, öğretmenlerin mesleki tatminini azaltarak uzun vadede eğitim kalitesini tehdit ediyor.

Hayalet öğrenci olgusu, okulların birer eğitim yuvası olmaktan çıkıp yalnızca diploma veren bürokratik yapılara dönüşme riskini taşıyor. Okul, yalnızca derslerin işlendiği bir yer değil, aynı zamanda öğrencilerin bir araya gelerek ortak bir kültür oluşturduğu, değerler kazandığı ve sosyal beceriler geliştirdiği bir topluluktur. Ancak hayalet öğrenciler, bu topluluğun bir parçası olmaktan uzaklaştıkça, okulun ruhu ve dayanışma ortamı zayıflıyor. Bu durum, uzun vadede okulların toplumsal işlevini kaybetmesine ve eğitim sisteminin yalnızca sınav odaklı bir formaliteye indirgenmesine yol açabilir.

Hayalet öğrenci uygulamasının bu denli yaygınlaşmasının ardında, eğitim sistemimizin yapısal sorunları ve toplumsal algılar yatmaktadır. Bu sorunun temel nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

Liselerde verilen eğitimin içeriği ve yöntemi, üniversite giriş sınavlarının (YKS) yapısıyla yeterince örtüşmüyor. Bu durum, öğrencilerin okulda geçirdikleri zamanı “boşuna” olarak görmelerine ve dershane veya özel kursları daha “verimli” bulmalarına yol açıyor. Öğrenciler, sınav başarısını garantilemek için okulu bir kenara bırakarak sınav odaklı bir hazırlık sürecine yöneliyor.

Bazı özel okullar, öğrenci kaydı alarak ve devam şartlarını göz ardı ederek kısa vadeli ticari kazanç elde etme yoluna gidiyor. Bu okullar, öğrencilerin fiziksel olarak okulda bulunmasını denetlemek yerine, yalnızca kayıt ücreti alarak diploma vermeyi bir iş modeline dönüştürüyor. Bu durum, eğitim etiğini zedeleyerek hayalet öğrenci uygulamasını teşvik ediyor.

: Eğitim sistemimizde okullara yönelik etkin bir denetim mekanizmasının olmaması, hayalet öğrenci uygulamasının cezasız kalmasına ve yaygınlaşmasına zemin hazırlıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın bu konuda daha sıkı politikalar uygulamaması, sorunun büyümesine neden oluyor.

Toplumda ve eğitim sisteminde başarı, büyük ölçüde sınav sonuçlarıyla ölçülüyor. Eğitim sürecinin kendisi, öğrencilerin kişisel gelişimi, sosyal becerileri veya eleştirel düşünme yetenekleri gibi unsurlar ikinci planda kalıyor. Bu anlayış, öğrencileri ve velileri, okul sürecini atlayarak yalnızca sınav başarısına odaklanmaya yöneltiyor.

Çözüm Önerileri              

Hayalet öğrenci olgusunun eğitim sistemimize verdiği zararları en aza indirmek ve bu sorunu kökten çözmek için hem yapısal hem de toplumsal düzeyde adımlar atılmalıdır. Aşağıda, bu soruna yönelik kapsamlı çözüm önerileri sunulmaktadır:

Diploma alabilmek için öğrencilerin okula fiziksel olarak devam etmeleri şart koşulmalı ve bu durum düzenli olarak denetlenmelidir. Okulların öğrenci devam durumlarını raporlaması ve bu raporların bağımsız birimler tarafından doğrulanması sağlanmalıdır. Devamsızlık yapan öğrencilerin diplomalarının onaylanmaması gibi caydırıcı yaptırımlar uygulanabilir.

Liselerde verilen eğitimin içeriği, üniversite giriş sınavlarıyla daha uyumlu hale getirilmelidir. Müfredat, sınavların kapsadığı konuları ve becerileri destekleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir. Böylece öğrenciler, okulda geçirdikleri zamanın sınav başarısına doğrudan katkıda bulunduğunu hissedecek ve okula olan bağlılıkları artacaktır.

Özel okulların öğrenci devam durumlarını ihmal etmesi, ciddi yaptırımlarla karşılaşmalıdır. Gerçek anlamda eğitim vermeyen veya yalnızca kayıt alarak diploma dağıtan okullar teşhir edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Bu tür okulların ruhsatlarının iptal edilmesi gibi radikal önlemler, sorunun ticari boyutunu ortadan kaldırabilir.

Veliler ve öğrenciler, eğitimin yalnızca sınav başarısından ibaret olmadığı konusunda bilinçlendirilmelidir. Eğitim sürecinin, bireylerin kişisel gelişimi, sosyal becerileri ve eleştirel düşünme yetenekleri için ne kadar önemli olduğu vurgulanmalıdır. Bu amaçla, okullarda ve medyada farkındalık kampanyaları düzenlenebilir.

Okulların, öğrencilerin aidiyet hissedeceği ve aktif olarak katılmak isteyeceği birer topluluk haline gelmesi için çaba gösterilmelidir. Sosyal etkinlikler, kulüpler, projeler ve grup çalışmaları gibi faaliyetler, öğrencilerin okulu yalnızca bir sınav hazırlık merkezi olarak görmekten vazgeçmesini sağlayabilir.

Okullarda rehber öğretmenlerin rolü artırılarak, öğrencilerin eğitim sürecine olan bağlılıkları desteklenmelidir. Rehber öğretmenler, öğrencilerin ve velilerin sınav odaklı bakış açısını dengelemek için bireysel ve grup çalışmaları yapabilir.

Hayalet öğrenci olgusu, yalnızca bireysel bir tercih değil, eğitim sistemimizdeki yapısal ve toplumsal sorunların bir yansımasıdır. Bu gidişat düzeltilmediği takdirde, okullar yalnızca diploma dağıtan bürokratik yapılara dönüşecek; eğitim, sınav sonuçlarından ibaret bir yarışa indirgenecektir. Bu durum, sadece bireylerin değil, tüm toplumun uzun vadeli kaybına yol açacaktır.

Eğitim, yalnızca bilgi aktarımı değil; süreç, emek, paylaşım ve gelişim demektir. Okullar, öğrencilerin bir araya gelerek ortak bir kültür oluşturduğu, dayanışma ruhunu öğrendiği ve kendilerini keşfettiği yerlerdir. Hayalet öğrenci uygulaması, bu ruhu yok ederek eğitimi bir formaliteye indirgiyor. Sorunun çözümü, yalnızca sistemsel reformlarla değil, aynı zamanda toplumun eğitim anlayışındaki köklü bir değişimle mümkündür. Eğitim sistemimizi ve toplumsal değerlerimizi yeniden gözden geçirerek, eğitimin ruhunu korumak hepimizin ortak sorumluluğudur.

14.5.25

Atanamayan Öğretmenler ve Kaybolan Üniversite Hayalleri

"Bir ülke, gençlerinin umudunu öğretmenlerinin hayal kırıklığında boğuyorsa, geleceğini kendi elleriyle karartıyor demektir."

Üniversite eğitimi, genç bireyler için sadece bir meslek edinme süreci değil, aynı zamanda kimlik inşası, sosyal statü kazanımı ve geleceğe dair umutların beslendiği bir alandır. Ancak Türkiye’de özellikle öğretmenlik başta olmak üzere birçok alanda mezun olan gençlerin işsizlikle ya da düşük ücretli güvencesiz işlerle karşılaşması, bu umutları kırmakta ve üniversite eğitiminin cazibesini yitirmesine yol açmaktadır. Atanamayan öğretmenlerin düşük ücretlerle özel sektörde çalıştığına dair haberler, liseli öğrencilerin üniversite tercihlerinde ciddi bir motivasyon kaybına neden olmaktadır.

Geleneksel olarak üniversite eğitimi, bireyin sosyoekonomik statüsünü yükselteceğine dair bir inançla desteklenir. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar, üniversite mezunlarının önemli bir kısmının işsiz kaldığını ya da eğitimlerine uygun olmayan alanlarda düşük ücretlerle çalıştığını göstermektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, her yıl üniversitelerden mezun olan binlerce öğretmen adayının yalnızca %15-20’si kamuya atanabilmektedir. Kalan çoğunluk ya özel sektörde düşük maaşlarla çalışmakta ya da farklı iş kollarına yönelmektedir (TÜİK, 2023).

Bu durum, liseli gençlerin üniversite eğitimi ile gelecek arasında olumlu bir bağ kurmalarını zorlaştırmakta, üniversiteye gitmenin “boşa zaman harcamak” olduğu düşüncesini yaygınlaştırmaktadır.

Birçok atanamayan öğretmen özel okullarda, etüt merkezlerinde ya da kurslarda asgari ücretin altında maaşlarla sigortasız çalışmaktadır. Dahası, atanmanın zorlaştığını duyan bazı özel okul ve kurs sahipleri, bu durumu fırsat bilerek öğretmenlere verilecek ücretleri daha da düşürmüştür. Bazıları ise günlük yevmiyeyle ders vermekte ya da farklı alanlara yönelerek öğretmenlik formasyonlarını tamamen terk etmektedir.

2024 yılında yapılan bir saha araştırmasında, özel kurumlarda çalışan öğretmenlerin ortalama maaşı net 12.000 TL civarında iken, bu rakam çoğu zaman sigortasız ve iş güvencesi olmaksızın ödenmektedir (Eğitim-Sen Raporu, 2024). Bu tablo öğrenciler arasında şu sorunun sorulmasına neden olmaktadır: “Yıllarca okuyup bu noktaya mı geleceğim?”

Eskiden itibarlı bir meslek olarak görülen öğretmenlik, artık gençlerin gözünde ekonomik güvencesi olmayan bir alan olarak değerlendirilmekte ve daha kısa sürede para kazanma imkânı tanıyan meslekler (e-ticaret, sosyal medya, yazılım, vb.) tercih edilmektedir. Sosyal medyada yayılan “mezun olup da işsiz kalan öğretmen” hikâyeleri, bu algıyı daha da pekiştirmektedir.

Ayrıca aileler de çocuklarını bu alanlara yönlendirme konusunda daha temkinli davranmakta; “Boşuna okuyup sen de atanamazsın” gibi söylemler yaygınlaşmaktadır. Bu durum, üniversiteye gitmenin eskisi kadar “kurtuluş yolu” olarak görülmemesine neden olmaktadır.

Üniversite hayali kuran gençlerin umutlarının bu şekilde törpülenmesi, sadece mesleki değil, ruhsal sağlığı da olumsuz etkilemektedir. Psikolojik Danışmanlar Derneği’nin 2023 yılında yayımladığı bir rapora göre, üniversiteye hazırlanan öğrencilerde “gelecek kaygısı” oranı %70’in üzerindedir. Bu kaygı, üniversite kazanılsa bile sonrasında iş bulamama ya da mezuniyet sonrası değersiz hissetme korkusuyla beslenmektedir.

Bu durum gençlerin eğitimden kopmasına, “ne okursan oku iş yok” algısının kalıcılaşmasına ve genel bir motivasyon kaybına yol açmaktadır.

Öğretmenliğin, dolayısıyla üniversite mezuniyetinin toplumdaki itibar kaybı, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir statü erozyonuna işaret eder. Toplum, üniversite mezunlarını bir zamanlar olduğu gibi saygı duyulan bireyler olarak değil, “boşta gezen diplomalılar” olarak görebilir hale gelmiştir.

Bu da üniversite okumanın toplumsal değerini zayıflatmakta, yurtdışında yaşama ve çalışma isteğini körüklemekte, nitelikli gençlerin başka ülkelere göçünü hızlandırmaktadır. 2023 yılında Türkiye’den yurtdışına gitmek isteyen üniversite öğrencisi sayısı %28 oranında artmıştır (OECD Göç Verileri, 2023).

Çözüm Önerileri ve Alternatif Politikalar

Öğretmen atamaları sayıca artırılmalı, liyakat esaslı bir sistem kurulmalıdır.

Özel sektörde çalışan öğretmenlere taban maaş ve sigorta zorunluluğu getirilmeli.

Gençlerin üniversite eğitimiyle hayatlarını şekillendirebileceği güveni yeniden inşa edilmelidir.

Atanamayan öğretmenlerin düşük maaşları sadece bireysel bir sorun değil; toplumsal umut, sosyal adalet ve eğitim sisteminin geleceği açısından büyük bir krizdir. Bu durumun gençler üzerinde yarattığı psikolojik baskı ve gelecek kaygısı, üniversite eğitiminin değerini sorgulatmakta ve giderek daha fazla gencin üniversiteden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle hem eğitim politikalarının hem de gençlik politikalarının yeniden yapılandırılması kaçınılmazdır.