Bu Blogda Ara

29.4.25

Politeknik Eğitimle Geleceği İnşa Etmek



"Bilgi yol gösterir, beceri yol açar; politeknik eğitim ise ikisini birleştirerek geleceği inşa eder."

Günümüz iş dünyasında teknolojik gelişmelerin hız kazanması ve sektörlerin nitelikli iş gücüne olan ihtiyacının artması, mesleki ve teknik eğitimin önemini her zamankinden daha fazla ortaya koymuştur. Ancak Türkiye’de meslek okulları, bu ihtiyaca ne ölçüde karşılık verebildiği konusunda tartışmalı bir konumdadır. Bir yandan iş dünyası, sahada çalışabilecek becerikli ara eleman eksikliğinden yakınırken, diğer yandan meslek okullarından mezun olan bireyler, çoğu zaman yeterli donanıma sahip olmadıkları gerekçesiyle istihdamda zorluk yaşamaktadır. Bu durum, meslek okullarının yapısal sorunlarını ve eğitim kalitesini sorgulamayı zorunlu hale getirmektedir.

Türkiye’de mesleki ve teknik eğitim uzun süredir eğitim sisteminin "arka bahçesi" olarak görülmekte, bu alan çoğunlukla akademik başarısı düşük öğrencilerin yönlendirildiği bir seçenek olarak algılanmaktadır. Bu durum, meslek liselerinin toplumsal itibarını zedelemiş, üniversite odaklı tek yönlü kariyer anlayışı ise gençleri sadece diploma sahibi olmaya yöneltmiştir. Sonuç olarak, iş gücü piyasasında ciddi bir beceri uyumsuzluğu ortaya çıkmakta; teorik bilgiye dayalı ancak pratik becerilerden yoksun bireyler mezun edilmektedir. Oysa 21. yüzyılın gereksinimi, sadece bilgiyle donatılmış değil, aynı zamanda üreten, sorun çözebilen, teknik yeterliliğe sahip bireylerdir. Bu bağlamda, mesleki ve teknik eğitimin yeniden yapılandırılması ve toplum nezdinde hak ettiği değerin kazandırılması büyük önem taşımaktadır.

Politeknik eğitim, teorik bilgiyi uygulamalı becerilerle harmanlayarak bireyleri iş dünyasına doğrudan hazırlayan bir modeldir. Almanya, Finlandiya ve Güney Kore gibi ülkeler, bu sistemi başarıyla uygulayarak ekonomik sıçramalar yaptı. Türkiye’de de bu model, hem genç işsizliği azaltabilir hem de sanayinin nitelikli iş gücü ihtiyacını karşılayabilir. Üstelik politeknik okulların bölgesel ihtiyaçlara göre tasarlanması, yerel ekonomileri canlandırırken, uygulamalı eğitim gençlere girişimcilik cesareti kazandırabilir.

Politeknik Eğitimin Kazandıracakları

Politeknik eğitim, mezunların iş gücü piyasasına hızla adapte olmasını sağlar. Böylece genç işsizliğin azaltılmasına katkı sunar. 

Sadece teorik değil, pratik becerilere de sahip bireyler yetiştirilerek sanayideki nitelikli iş gücü açığı kapatılabilir. 

Politeknik okulların bölgesel ihtiyaçlara göre konumlandırılması, yerel ekonomileri güçlendirebilir. 

Uygulamalı eğitim, gençlerin girişimcilik yönünü destekler, kendi işini kurma cesareti kazandırır. 

Ne Yapılmalı?

Politeknik okulların müfredatı sektörle iş birliği içinde güncellenmeli. 

İş dünyası ile eğitim kurumları arasında sürekli diyalog mekanizmaları kurulmalı. 

Mesleki eğitime yönelen öğrencilere burs, staj ve istihdam garantisi gibi teşvikler sağlanmalı. 

Medyada ve toplumda meslek eğitiminin itibarı artırılmalı. 

Üniversite odaklı eğitim sistemi yerine çok yönlü ve çok seçenekli bir sistem tasarlanmalı. 

Türkiye’nin sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi, genç nüfusun potansiyelini etkili şekilde kullanabilmesine bağlıdır. Bu potansiyelin açığa çıkmasının yolu ise çağın gereklerine uygun, uygulamaya dayalı ve üretim odaklı bir eğitim sistemi kurmaktan geçer. Politeknik eğitim anlayışı, yalnızca bireyleri değil, ülke ekonomisini ve toplumsal yapıyı da güçlendirecek bir modeldir. Bu nedenle Türk eğitim sisteminde politeknik eğitimin geliştirilmesi, ertelenemez bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.

 



28.4.25

1.Ergani Kitap Günleri


"1.Ergani Kitap Günleri, geçmişin bilgeliğinden geleceğin umutlarına açılan bir kapı olacaktır."

Ergani, tarihî ve kültürel geçmişiyle sadece bir yerleşim yeri olmanın ötesinde Mezopotamya’nın kadim topraklarında yer alan, çok sayıda medeniyete ev sahipliği yapmış bir ilçedir. Bu topraklar, Mezopotamya’nın etkisiyle şekillenen bir kültür havzasına sahiptir ve her dönemde çeşitli uygarlıkların izlerini taşır. Ergani'nin tarihindeki en önemli özelliklerden biri, halkının çok kültürlü yapısı ve bu yapıyı yüzyıllar boyunca koruyarak günümüze taşımış olmasıdır. Bu kültürel çeşitlilik, ilçenin sosyal dokusuna büyük bir zenginlik katmış, halkının dayanışma, hoşgörü ve karşılıklı anlayış gibi değerleri yaşatarak bugüne ulaşmasını sağlamıştır.

Bugün, bu tarihî mirası yaşatmak ve ilçe halkını kültürel alanda daha da geliştirmek adına önemli bir adım atılmaktadır. 2-5 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek olan 1.Ergani Kitap Günleri, ilçenin kültürel hayatına büyük katkı sağlayacak, kitapların gücüyle halkı bir araya getirecek önemli bir etkinlik olacaktır. Bende 4 Mayıs Pazar günü kitaplarımı imzalayacağım. Bu etkinlik, sadece kitapların sergilendiği bir fuar olmanın ötesinde, ilçe halkının kültürel ve entelektüel birikimini daha da artırmaya yönelik bir platformdur. Kitaplar, bir toplumun düşünsel altyapısını güçlendiren, yeni fikirlerin doğmasına vesile olan, toplumları birleştiren en güçlü araçlardan biridir. 1.Ergani Kitap Günleri, bu amaca hizmet etmek için mükemmel bir fırsattır.

Ergani'nin bu anlamlı etkinliği, yalnızca yerel halk için değil, aynı zamanda tüm bölge için bir kültürel buluşma noktası oluşturmayı hedeflemektedir. Kitap günleri, farklı yaş gruplarından, farklı sosyal ve kültürel arka planlardan gelen insanları bir araya getirerek, onların fikir dünyalarını genişletecek ve edebiyatla tanıştıracaktır. Ayrıca, bu tür etkinlikler, okuma alışkanlıklarının geliştirilmesine ve kitaplara olan ilgisinin artmasına katkı sağlayarak, kültürel hayatın canlı tutulmasını sağlar.

Bu etkinliğin düzenlenmesinde büyük pay sahibi olan Ergani Belediyesi ve Ergani Eğitim Sen'e teşekkür etmek istiyorum. Ergani Belediyesi, ilçenin sosyal ve kültürel gelişimine her zaman destek veren bir kurum olarak, bu tür etkinliklerin organizasyonunda önemli bir rol oynamaktadır. Belediyenin sağladığı maddi ve manevi destek, Kitap Günleri’nin bu yıl daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlamıştır. Ergani Belediyesi'nin kültürel alanlarda attığı adımlar, ilçenin toplumsal yapısının güçlenmesine, halkın eğitime ve kültürel etkinliklere olan ilgisinin artmasına zemin hazırlamaktadır.

Bir diğer önemli destekçi ise Ergani Eğitim Sen’dir. Eğitim Sen, eğitim alanındaki mücadelesinin yanı sıra kültürel ve sosyal gelişimi de destekleyerek, bu tür etkinliklerin gerçekleştirilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Eğitim Sen’in katkılarıyla, bu etkinlik sadece kitapları tanıtmakla kalmayıp, aynı zamanda eğitimle ilgili önemli tartışmaların yapılacağı bir platform haline gelmektedir. Eğitim Sen’in bu etkinliğe verdiği destek hem öğretmenler hem de öğrenciler için yeni öğrenme fırsatları yaratacak, ilçedeki kültürel etkileşimi artıracaktır.

Ergani Kitap Günleri, ilçenin kültürel geçmişini ve eğitimdeki potansiyelini yeniden canlandıran bir etkinliktir. Kitaplar, insanların dünyasına açılan kapılardır ve Ergani’deki bu etkinlik, halkın okuma kültürünü pekiştirecektir. Her yaştan birey, kitaplarla buluşarak, farklı dünyalar keşfedecek, düşünsel dünyalarını daha da genişleteceklerdir. Ayrıca, ilçede düzenlenen bu tür etkinlikler, halkın kültürel yaşamını zenginleştirecek ve toplumsal gelişime katkı sağlayacaktır.

1.Ergani Kitap Günleri yalnızca bir kültürel etkinlik değil, aynı zamanda ilçenin geleceği için önemli bir yatırımdır. Bu tür organizasyonlar, toplumları daha bilinçli, daha kültürel olarak güçlü ve daha üretken bireyler olarak yetiştirecek, halkın ortak değerlerini pekiştirecektir. Ergani Belediyesi ve Eğitim Sen'in bu etkinlikteki katkıları, ilçenin kültürel kimliğini güçlendirecek ve toplumun gelişimine büyük katkılar sunacaktır. Bu yüzden, başta Ergani Belediyesi Eş Başkanları Birsen Azak, Şiyar Güldiken ve Ergani Eğitim Sen yönetimi ve üyeleri olmak üzere, tüm katkı sağlayan kişi ve kurumlara içten teşekkürlerimi sunuyorum. Bu etkinliğin, Ergani halkı ve tüm katılımcılar için unutulmaz bir deneyim yaratmasını diliyorum.

.

27.4.25

Xewnên di hundirê min de

 

    Arslan Özdemir’in "Xewnên di hundirê min de – Helbestên Bêsernav" (İçimdeki Rüyalar – İsimsiz Şiirler) adlı şiir kitabı, Özdemir’in dilindeki inceliği ve derin düşünsel yapıyı en iyi şekilde yansıttığı eserlerden biridir. Kitap, bireysel kimlik, içsel çatışmalar ve toplumsal değişimler üzerine düşündürürken, aynı zamanda Kürt edebiyatının önemli temalarına da ışık tutuyor. Özdemir, şiirlerinde kişisel ve toplumsal travmaların izlerini sürerken, dilin gücünden faydalanarak okurunu hem içsel bir yolculuğa hem de toplumsal bir farkındalığa davet eder.

    Kitabın ismi, “İçimdeki Rüyalar,” bir içsel keşif, bir tür bilinçaltı arayışı anlamına gelirken, "İsimsiz Şiirler" kısmı da şiirlerinin özgür ve etiketlerden bağımsız bir doğada yazıldığını ima eder. Bu, Özdemir’in hem bireysel hem de kolektif kimlik üzerine sorgulamalarını derinleştiren bir yaklaşım sergilediği anlamına gelir.

    Şiirlerinde genellikle Kürt halkının kültürel ve siyasi mücadelesini, kimlik arayışını ve toplumsal adaletin sağlanmasına yönelik umutları işler. Fakat Özdemir'in şiirleri sadece bu somut temalarla sınırlı değildir. Aynı zamanda insan ruhunun karmaşık yapısını, bireysel varoluş krizlerini ve duygusal çatışmaları da sorgular. Şair, modern dünyanın birey üzerindeki etkilerini ve bireyin içsel dünyasındaki çelişkileri işlerken, dilin en ince nüanslarını kullanır.

    Kitabın şiirsel yapısına bakıldığında, Özdemir’in dilinin zenginliği ve sembolizmi öne çıkar. Şiirlerinde kelimelerin ve imgelerin bir araya gelişi, okura derin bir anlam evreni sunar. Özdemir’in şiirleri, sıradan bir okurun bile kolayca erişebileceği bir seviyede, derin felsefi ve toplumsal katmanlara sahiptir. Aynı zamanda dilindeki sadelik, şiirlerin anlaşılabilirliğini artırırken, şairin mesajının evrensel olmasına da olanak tanır.

    Bu kitap, Arslan Özdemir’in önceki eserlerinden farklı olarak daha kişisel bir dil kullanarak, daha bireysel bir mücadele alanı yaratır. Ancak yine de toplumsal gerçeklik, halkının geçmişi ve kültürel kimliği ile ilgili sorgulamalar yapmaktan geri durmaz. Şairin modern toplumdaki yabancılaşma, kimlik bunalımı ve rüya ile gerçek arasındaki sınırları sorgulayan derinlemesine bakış açısı, kitabı hem edebi hem de toplumsal açıdan zengin kılar.

    Genel olarak, "Xewnên di hundirê min de" kitabı, Arslan Özdemir’in edebi yolculuğunda önemli bir kilometre taşı olarak değerlendirilebilir. Şiirlerinin hem bireysel hem de kolektif bir anlam taşıması, hem dilindeki derinliği hem de toplumsal mesajlarını keskinleştiren bir anlatı oluşturur.


26.4.25

Ermeni-Kürt Mutfak Bağları ve Mezopotamya’ya Sosyolojik Etkisi

 

"Aynı toprağın tuzu, ekmeği ve acısı; halkları sofrada kardeş, mutfakta bir yapar."

Mezopotamya, Fırat ve Dicle nehirlerinin bereketli kolları arasında, binlerce yıldır farklı halkların, kültürlerin ve medeniyetlerin kesişim noktası olmuştur. Bu coğrafya, yalnızca tarımın ve yerleşik yaşamın doğuşuna ev sahipliği yapmakla kalmamış, aynı zamanda zengin bir mutfak mirasının da beşiği olmuştur. Ermeni ve Kürt mutfakları, bu tarihsel ve kültürel mozaiğin en çarpıcı örneklerinden biridir. Yüzyıllar boyunca aynı topraklarda komşu olarak yaşayan bu iki halk, benzer tarım ve hayvancılık pratikleri geliştirmiş, ortak malzemeler ve pişirme teknikleriyle mutfaklarını şekillendirmiştir. Ancak bu mutfaklar, yalnızca yemek tariflerinden ibaret değildir; aynı zamanda sosyolojik bir bağ, kültürel bir direnç ve kimlik inşasının sessiz ama güçlü bir aracıdır.

Ermeni ve Kürt Mutfağının Ortak Özellikleri

Ermeni ve Kürt mutfakları, Mezopotamya’nın iklimine, coğrafyasına ve tarım yapısına uygun malzemeler etrafında şekillenmiştir. Bulgur, nohut, mercimek, patlıcan, domates, biber, sarımsak, yoğurt ve çeşitli otlar, her iki mutfağın temel taşlarını oluşturur. Bu malzemeler, bölgenin bereketli topraklarının sunduğu ürünlerdir ve halkların günlük yaşamlarında merkezi bir rol oynar. Örneğin, bulgur hem ekonomik hem de besleyici olmasıyla sofraların vazgeçilmezi olmuş; çorbadan pilava birçok yemekte kullanılmıştır.

Koyun eti ve iç yağı, her iki mutfakta da yaygın olarak tercih edilir. Kaburga dolması, içli köfte (Ermenice’de topik, Kürtçe’de kutilk), haşıl ve ciğer kebabı gibi yemekler, bu mutfakların ortak lezzetlerindendir. Bu yemeklerin hazırlanış biçimleri, kullanılan baharatlar ve sunumları, halkların birbirine yakın yaşam pratiklerinin bir yansımasıdır. Örneğin, içli köfte hem Ermeni hem de Kürt sofralarında özel günlerde hazırlanan, emek yoğun bir yemektir ve genellikle toplu halde, dayanışma içinde yapılır.

Gıda saklama teknikleri de bu iki mutfağın ortak noktalarından biridir. Turşular, kurutulmuş sebzeler, yoğurt bazlı ürünler (örneğin, katık ya da çökelek) ve pestil gibi yiyecekler, Mezopotamya’nın sert kışlarına hazırlık kültürünün bir parçasıdır. Bu teknikler, sadece gıdanın korunmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplulukların dayanışma pratiklerini de güçlendirir. Kadınlar, turşu kurarken ya da kurutmalık hazırlarken bir araya gelir, bilgi ve deneyimlerini paylaşırlar.

Unlu mamuller, Ermeni ve Kürt mutfaklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Lahmacun, sac ekmeği, tandır ekmeği ve çeşitli çörekler, her iki halkın sofralarında sıkça yer alır. Özellikle tandır kültürü, kırsal yaşamın temel unsurlarından biridir. Tandır, sadece bir pişirme aracı değil, aynı zamanda topluluğun bir araya geldiği, hikâyelerin paylaşıldığı bir sosyalleşme alanıdır. Tandırda pişen ekmeklerin kokusu, bu coğrafyanın kolektif hafızasında derin bir yer edinmiştir.

Pişirme yöntemleri açısından da Ermeni ve Kürt mutfakları benzerlik gösterir. Tandırda, taş fırında veya közde pişirme, her iki mutfakta da yaygındır. Düşük ısıda uzun süre pişirilen et yemekleri, bu yöntemlerin bir ürünüdür ve lezzetlerinin sırrı, sabırlı ve özenli bir hazırlık sürecindedir. Bu teknikler, Mezopotamya’nın kıt kaynaklarını en verimli şekilde kullanma ihtiyacından doğmuştur.

Tatlılar da bu mutfakların ortak mirasını yansıtır. Helva, şire (pekmez veya şerbetle yapılan tatlılar), pestil ve kuru meyveler, hem Ermeni hem de Kürt sofralarının tatlı kapanışlarıdır. Özellikle cevizli ve pekmezli tatlılar, bu coğrafyanın damakta bıraktığı izlerdir. Bu tatlılar, sadece bir lezzet unsuru değil, aynı zamanda bereketin ve paylaşımın sembolüdür.

Mezopotamya Mutfağına Sosyolojik Etkiler

Ermeni ve Kürt mutfaklarının ortak özellikleri, yalnızca malzemeler ve tariflerle sınırlı kalmaz; bu mutfaklar, Mezopotamya’nın sosyolojik dokusunu şekillendiren önemli birer unsurdur. Ermeniler ve Kürtler, bu coğrafyada uzun süre iç içe yaşamış, aynı pazarlarda alışveriş yapmış, aynı tarlalarda ürün yetiştirmiş ve aynı sofralarda yemek paylaşmıştır. Bu etkileşim, mutfakların homojen bir yapıdan ziyade, zengin ve çoğulcu bir kimlik kazanmasını sağlamıştır.

Mezopotamya mutfağı, özellikle kırsal yaşamda kadın emeğinin en görünür olduğu alandır. Yufka açmak, kurutmalık sebze hazırlamak, turşu kurmak, yoğurt yapmak gibi işlemler, kadınların kolektif dayanışma içinde çalıştığı sosyolojik mekânlardır. Bu süreçler, sadece gıda üretimiyle sınırlı kalmaz; aynı zamanda bilgi aktarımı, kültürel devamlılık ve topluluk bağlarının güçlenmesi için bir zemin oluşturur. Hem Ermeni hem de Kürt kadınları, bu gelenekleri kuşaktan kuşağa aktararak mutfağı bir hafıza deposu haline getirmiştir. Örneğin, bir içli köfte hazırlanırken anneannelerden öğrenilen tarifler, sadece bir yemek değil, aynı zamanda bir aile hikâyesidir.

Ermeniler ve Kürtler, tarih boyunca çeşitli nedenlerle (savaşlar, sürgünler, asimilasyon politikaları) göç etmek zorunda kalmıştır. Ancak mutfak, bu göç süreçlerinde kimliğin korunmasında kritik bir rol oynamıştır. Diaspora Ermenileri, yemek tariflerini kuşaktan kuşağa aktararak aidiyetlerini sürdürmüş; bir tabak mantı ya da sarma, uzak diyarlarda bile “ev”in sıcaklığını hissettirmiştir. Benzer şekilde, Kürtler de göç ettikleri şehirlerde ya da ülkelerde “memleket yemeği” üzerinden kimliklerini yeniden inşa etmiştir. Örneğin, bir tabak kutilk ya da haşıl(Haşıl, özellikle Kürt, Ermeni ve Doğu Anadolu mutfaklarında yer alan geleneksel ve sade ama oldukça besleyici bir yemektir. Temelde dövme buğday (aşurelik buğday) veya ince bulgur ile yapılır. Üzerine kavrulmuş tereyağında eritilmiş iç yağ (kuyruk yağı da olabilir) ve sarımsaklı yoğurt dökülerek servis edilir.), sadece bir yemek değil, aynı zamanda doğup büyüdükleri topraklara duyulan özlemin bir ifadesidir.

Ermeni ve Kürt mutfakları, dini ve kültürel ritüellerle de derinden bağlantılıdır. Hıdırellez, Paskalya, Aşura, düğün, cenaze gibi özel günlerde hazırlanan yemekler, toplulukların hafızasını ve dayanışmasını güçlendirir. Örneğin, aşure hem Ermeni hem de Kürt topluluklarında farklı anlamlar taşısa da, paylaşım ve bereketin sembolü olarak sofralarda yer alır. Benzer şekilde, keşkek ya da helva, cenaze ve düğün gibi toplu etkinliklerde hazırlanan yemeklerdir ve bu ritüeller, Mezopotamya mutfağının sosyolojik derinliğini ortaya koyar.

Ermeni Soykırımı ve Kürtlere yönelik asimilasyon politikaları gibi tarihsel travmalar, bu halkların kültürel pratiklerini derinden etkilemiştir. Ancak mutfak, bu zorlu süreçlerde kültürel direncin ve varoluşun sessiz bir alanı olmuştur. Dilini ya da inancını açıkça yaşatamayan topluluklar, yemek kültürünü sürdürerek kimliklerini korumuşlardır. Örneğin, Ermeni diasporasında topik gibi yemekler, sadece bir lezzet değil, aynı zamanda kaybolmayan bir geçmişin sembolüdür. Kürtlerde ise sac ekmeği ya da tandır ekmeği, asimilasyon politikalarına karşı bir tür kültürel direnişin ifadesi olmuştur.

Ermeni ve Kürt mutfakları, Mezopotamya’nın bereketli topraklarında yoğrulmuş, ortak malzemeler, pişirme teknikleri ve ritüellerle şekillenmiş bir kültürel mirastır. Ancak bu mutfaklar, yalnızca lezzetlerin değil, aynı zamanda tarihsel acılar, dayanışma gelenekleri ve kimlik inşasının da taşıyıcısıdır. Sofralarda kurulan dostluklar, paylaşılan tarifler ve birlikte pişirilen yemekler, bu kadim coğrafyada halklar arasında görünmez bir bağ oluşturur. Mezopotamya mutfağı, sadece karın doyuran bir pratik değil, aynı zamanda bu toprakların hikâyesini anlatan, yaşatan ve anlamlandıran sosyolojik bir fenomendir. Ermeni ve Kürt mutfakları, bu hikâyenin en güçlü anlatıcıları olarak, geçmişten bugüne uzanan bir köprü kurmaya devam etmektedir.

25.4.25

Zend Avesta’nın Sosyolojik Boyutu ve Günümüze Yansıması


"İyi düşünce, iyi söz, iyi davranış; insanı doğayla, toplumu da barışla buluşturur."

Zend Avesta, Zerdüştlüğün kutsal kitabı olarak kabul edilen Avesta’nın açıklamaları ve yorumlarını içeren metinler bütünüdür. Zerdüştlük, M.Ö. 1. binyılda İran’da ortaya çıkan ve birçok antik medeniyeti etkileyen bir dindir. Avesta'nın temelinde Ahura Mazda olarak bilinen tek tanrıya inanç yer alır. Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’nın ana doktrinleri, iyi ve kötü arasındaki kozmik savaşı, etik ilkeleri, doğaya saygıyı ve insanın içsel sorumluluklarını ele alır.

Zend Avesta, toplumun bireylerin ruhsal gelişimi ve ahlaki sorumluluğu üzerinde odaklanmasını sağlar. Bu metinlerin sosyolojik açıdan önemi, toplumu bir arada tutacak değerler ve ahlaki ilkeler sunmasıdır. Zerdüştlüğün öğretileri doğrultusunda şekillenen Zend Avesta, insanları iyiliği yaymaya ve kötülükten kaçınmaya yönlendirmiştir. Bireysel etik ve toplumsal sorumlulukların yanı sıra doğaya duyulan saygı, topluluklar arasındaki bağı güçlendirmiş ve insanları sosyal sorumluluklarını yerine getirmeye teşvik etmiştir.

Toplumun bireylerinden beklenen davranışlar ve ahlaki normlar, Zerdüşt öğretisinde önemli bir yere sahiptir. Örneğin, dürüstlük, iyiliği arama, kötülükten kaçınma gibi ilkeler bireylerin hem kendileriyle hem de toplumla uyumlu olmalarını sağlar. Bu sayede Zerdüştlük, insanları birbirine bağlayan bir değerler bütününe dönüşerek sosyal yapının sağlam bir temel üzerine inşa edilmesine katkı sunmuştur. Bu öğretiler, Zerdüştlüğün yayıldığı bölgelerde sosyal uyum ve dayanışmanın gelişmesine yardımcı olmuştur.

Günümüzde Zend Avesta’nın etkileri doğrudan görülmese de, onun ortaya koyduğu ahlaki ve etik ilkeler birçok toplumda yankı bulmaya devam etmektedir. Modern toplumların çevreye duyarlılığı, doğaya saygı anlayışı ve etik değerleri, Zerdüştlüğün temelleriyle örtüşen yönler taşır. Günümüzde artan çevre sorunlarına karşı geliştirilen çevre bilinci ve sürdürülebilirlik anlayışı, Zerdüştlüğün doğaya saygı ilkesini yeniden hatırlatır.

Ayrıca bireylerin toplumsal sorumluluklarına yönelik artan vurgular, Zerdüştlüğün "iyi düşünce, iyi söz, iyi davranış" ilkesiyle uyumlu bir yapı gösterir. Sosyal sorumluluk projeleri, yardım organizasyonları ve etik değerlerin kurumsallaşması gibi uygulamalar, modern dünyada Zend Avesta’nın etkilerinin hala dolaylı olarak sürdüğünü göstermektedir.

Özellikle İran, Afganistan, Azerbaycan gibi Zerdüştlüğün tarihsel olarak yayıldığı bölgelerde, bu inancın bazı izleri kültürel pratiklerde gözlemlenmeye devam eder. Toplumların geleneksel ahlaki değerleri, Zerdüştlüğün etkisini koruduğu bölgelerde hala önemli bir yer tutmaktadır. Zend Avesta’nın doğa ve insan odaklı felsefesi, günümüzün çevre hareketleri ve sosyal sorumluluk alanlarındaki gelişmelerde de etkisini hissettirmektedir.

Zend Avesta’nın sosyolojik boyutu, toplumların ahlaki değerleri ve sosyal yapıları üzerinde güçlü bir etkiye sahiptir. Zerdüştlüğün ahlaki ilkeleri, bireylerin toplumsal uyumunu sağlarken, doğaya duydukları saygıyı ve çevre bilincini teşvik etmektedir. Günümüzde doğrudan olmasa da dolaylı yollardan etkisini sürdüren Zend Avesta, sosyal sorumluluk, çevre bilinci ve etik değerler gibi alanlarda modern toplumları şekillendirmeye devam etmektedir.

 

 

Ödev Yerine Görev: Eğitimi Daha Anlamlı Kılmak


Ödev, bilgi yükler; görev, anlam katar."

Eğitim sistemimizde uzun yıllardır süregelen bir alışkanlık var: “ödev”. Günlük hayatımızda o kadar yer etmiş ki çoğu zaman neden verildiğini bile sorgulamadan kabulleniyoruz. Öğrenciler, okuldan çıkarken sırtlarında sadece kitaplarını değil, aynı zamanda o gün eve götürecekleri ödev yükünü de taşırlar. Matematik problemleri, okuma özetleri, testler… Peki, bu ödevler gerçekten öğrenmeyi pekiştiriyor mu, yoksa sadece yılların getirdiği bir alışkanlığı mı sürdürüyoruz?

Ödev kavramı, çoğu zaman standartlaştırılmış bir kalıp içinde sunulur. Her öğrenciye aynı sorular, aynı alıştırmalar verilir. Oysa sınıfın içindeki her birey birbirinden farklıdır. Kimi sayılarla arası iyidir, kimi sözcüklerle dans etmeyi sever. Kimisi hızla kavrar, kimisi zamana ihtiyaç duyar. Ancak bu çeşitlilik, verilen ödevlerde çoğu zaman göz ardı edilir.

Bir öğrenci için 50 matematik sorusu bilgi pekiştirme anlamına gelebilirken, başka bir öğrenci için bu sadece zihinsel bir yorgunluk, hatta öğrenmeden soğuma sebebi olabilir. Bu noktada, klasik ödev anlayışının öğrenciyi birey olarak değil, bir kalıp içine sıkışmış varlık olarak gördüğünü fark etmek gerekir.

İşte tam bu noktada, ödev yerine "görev “kavramını koymak, eğitimin doğasını daha anlamlı kılabilir. Görev; öğrencinin yaratıcı düşünmesini, merak etmesini, keşfetmesini ve sorumluluk almasını teşvik eder. Öğrenciyi pasif alıcı olmaktan çıkarır, aktif üretici haline getirir.

Örneğin bir tarih dersinde, klasik “II. Dünya Savaşı’nın nedenlerini maddeler halinde yazınız” sorusu yerine, öğrencilere şöyle bir görev verilebilir:   “1939 yılında bir gazete editörü olsaydın, savaşın çıkmasını engellemek için manşetinde ne yazardın?”

Bu tür bir görev, öğrenciyi sadece tarihsel bilgiye ulaşmaya değil, o bilginin dönemin koşulları içinde nasıl kullanılabileceğini düşünmeye de zorlar. Öğrenci, kendini tarihin içinde bir aktör gibi hisseder. Eleştirel düşünme, empati kurma ve yaratıcı yazma becerileri devreye girer.

Görevlerin en önemli özelliği, öğrenmeyi gerçek hayatla ilişkilendirmesidir. Örneğin, fen bilgisi dersinde “Bitkiler fotosentez yapar. Açıklayınız.” demek yerine şöyle bir görev verilebilir: “Evde bir bitki yetiştir ve onun büyüme sürecini 4 hafta boyunca gözlemleyip bir günlük tut.”

Bu görev, öğrenciyi doğayla buluşturur. Gözlem yeteneğini geliştirir, sabır kazandırır ve doğanın döngüsüyle bir bağ kurmasını sağlar. Bilgi, artık soyut değil; somut bir deneyim haline gelir. Öğrenci sadece öğrenmez, aynı zamanda yaşar.

Başka bir örnek, Türkçe dersinden verilebilir: “Bir kompozisyon yazmak yerine, mahallendeki yaşlı biriyle röportaj yap ve onun çocukluk anılarını derle. Bu anlatıyı hikâyeleştirerek yazıya dök.”Bu görev, hem dil becerilerini geliştirir hem de sözlü kültürün aktarımına katkı sunar. Öğrenci kendi çevresine kulak vermeyi öğrenir, empati kurar, kuşaklar arası bağlar güçlenir.

Elbette bu görev temelli yaklaşım, öğretmenler için daha fazla planlama, daha çok bireysel takip gerektirir. Her öğrenciye uygun görevler üretmek, standart testler dağıtmaktan daha zahmetlidir. Ancak bu emeğin uzun vadede karşılığı çok daha kıymetlidir. Görev temelli öğrenme ortamlarında öğrenciler daha çok katılım gösterir, motivasyonları artar ve öğrenmenin sorumluluğunu üzerlerine alırlar.

Ayrıca görevler, öğrencilerin sadece bireysel değil, toplumsal sorumluluk bilincini de geliştirebilir. Örneğin:“Mahallende eksik gördüğün bir şeyi tespit et ve bu konuda bir çözüm önerisi geliştir. Bunu sınıfta sun ve tartışmaya aç.”Bu tarz görevler, öğrencilerin yaşadıkları çevreye duyarlı bireyler olmalarını teşvik eder. Eğitim, sadece bilgi aktarmakla kalmaz; yaşama dair duruş kazandırır.

Her şeyin ezbere dayandığı bir sistemde, çocukların öğrenmeye dair heyecanlarını kaybetmeleri şaşırtıcı değildir. Oysa görevler, öğrenmeyi bir zorunluluk değil, bir keşif süreci haline getirir. Öğrenci artık “Bu ödevi yapmak zorundayım” demez; “Bu görevi nasıl çözebilirim?” diye düşünmeye başlar. Görev; öğrencinin yeteneğini ortaya çıkaran, fikirlerini önemseyen bir yapıdır.

Eğitimde köklü dönüşümler, cesur fikirlerle başlar. Belki de artık o klasik “ödev” dosyalarını rafa kaldırmanın ve yerine görevlerle donatılmış bir eğitim anlayışını benimsemenin zamanı gelmiştir. Görevler, öğrencilere güven verir; onların düşünen, hisseden, çözüm üreten bireyler olduğunu hissettirir.

Çantaların içindeki kâğıt yığınlarını hafifletmekle kalmayalım; çocukların ruhunu, hayal gücünü, özgüvenini de hafifletelim. Çünkü gerçek öğrenme, bir sayfanın üzerindeki doğru cevabı işaretlemekle değil, bir görevin peşinde merakla, heyecanla ve sorumlulukla yürürken karşılaştığımız keşiflerle olur.

 

Yahudilik ve Musevilik: Ortadoğu Kültürüne Tarihsel ve Dini Etkiler

 

"Tarih boyunca kök salan inançlar, sadece bir halkı değil, tüm bir coğrafyanın ruhunu şekillendirir."

Yahudilik (İbranice: Yehudah) terimi hem dini bir inanç sistemini hem de Yahudi halkını temsil eden bir kavramdır. Yahudilik, MÖ 2. binyılda Ortadoğu’da, özellikle İsrail ve Filistin bölgesinde şekillenmiş bir inanç sistemidir ve İbrahimi dinlerin en eskisi olarak kabul edilir. Yahudilik, tek tanrılı bir inanca dayanır ve Tanrı’nın (Yahve) dünyayı ve insanlığı yarattığına inanılır.

Musevilik ise Yahudi dini öğretilerinin temelinde Hz. Musa'nın getirdiği kanunları (Tevrat) içeren Yahudi dinine verilen addır. "Musevilik" ifadesi, Hz. Musa’nın Tanrı ile Sina Dağı’nda buluşarak İsrailoğulları’na Tanrı’nın yasalarını iletmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda Musevilik, Yahudiliğin dini yönünü ifade ederken, Yahudilik hem bir dini inancı hem de bir etnik kimliği kapsar.

Yahudilik, sadece bir dini inanç sistemi olmanın ötesinde, tarihsel ve etnik bir kimliği de içinde barındırır. Yahudi halkı, hem dini inançlarıyla hem de kültürel ve tarihsel deneyimleriyle Yahudi kimliğini oluşturur. Yahudilik, bu yönüyle diğer İbrahimi dinlerden ayrılır; Hristiyanlık ve İslam, bir dini topluluğu ifade ederken Yahudilik aynı zamanda bir halkın kimliğini ve tarihini temsil eder. Yahudi halkının kimliği, Tanrı'nın seçilmiş halkı olduğuna inanılan İsrailoğulları’na dayanır ve tarih boyunca bu kimlik, diaspora dönemlerinde bile korunmaya çalışılmıştır.

Musevilik, Hz. Musa'nın Tevrat'ı aracılığıyla Yahudi halkına getirdiği Tanrı’nın yasalarını ve öğretilerini içerir. Musevilik, esasen Yahudiliğin dini boyutunu tanımlar ve Yahudi inancının temelini oluşturur. Tevrat’ın beş kitabı, Musevilik’in kutsal metinlerinin temelini teşkil eder. Yahudilerin Tanrı’nın emirlerine uygun bir yaşam sürmesi gerektiği inancı Musevilik’in en önemli prensiplerinden biridir.

Ortadoğu, Yahudi halkının doğduğu ve Yahudiliğin geliştiği bir coğrafyadır. Bu nedenle, Yahudiliğin Ortadoğu kültürüne olan etkileri çok derin ve geniş kapsamlıdır. Yahudi inanç sistemi, Ortadoğu’daki diğer topluluklar üzerinde dini, kültürel, sosyal ve hukuki alanlarda önemli bir etki yaratmıştır.

Tevrat, Yahudi dini ve toplumsal yaşamın en önemli temel taşıdır. Yahudilikte Tanrı’nın Musa'ya vahyettiğine inanılan Tevrat, sadece dini bir metin olmanın ötesinde, aynı zamanda Yahudi halkının günlük yaşamını düzenleyen hukuki bir sistemdir. Bu kanunlar, Yahudi cemaatleri içinde uygulanan ahlaki ve hukuki kuralları belirler. Bu kuralların bir kısmı, bölgedeki diğer topluluklar tarafından da benimsenmiş veya etkilenmiştir.

Tevrat’taki ahlaki ve hukuki ilkeler, Yahudiliğin monoteizm anlayışı ile birleşerek Ortadoğu’daki birçok toplum üzerinde kalıcı bir etki bırakmıştır. Özellikle İslamiyet ve Hristiyanlık gibi dinler, Yahudi hukuk sisteminden bazı ilkeleri benimsemişlerdir. Örneğin, Yahudi şeriatındaki "göz göze, diş dişe" ilkesi (Lex Talionis), daha sonra bu dinlerin hukuk anlayışlarında da etkisini göstermiştir.

Yahudiliğin en belirgin özelliklerinden biri, tek tanrılı bir inanca sahip olmasıdır. Bu inanç, Ortadoğu’da çok tanrılı inançların egemen olduğu bir dönemde devrim niteliğindeydi. Yahudilik, Yahve adlı tek bir Tanrı'ya tapınmayı ve bu Tanrı’nın evrensel bir yaratıcı olduğunu savunmuştur. Bu düşünce, o dönemde birçok tanrıya tapan Mezopotamya, Mısır ve diğer komşu kültürlerden farklılık gösteriyordu.

Monoteizm, Yahudiliğin gelişimi ile bölgeye yerleşmiş ve daha sonra Hristiyanlık ve İslam gibi diğer dinlerin temelini oluşturmuştur. Yahudiliğin bu tek tanrı inancı, bölgedeki dini ve felsefi düşüncenin yeniden şekillenmesine katkıda bulunmuştur.

Yahudi halkının tarih boyunca yaşadığı diaspora, Yahudi kültürünün ve Yahudiliğin Ortadoğu’dan Avrupa, Afrika ve Asya’ya yayılmasını sağlamıştır. Yahudi diaspora toplulukları, ticaret, felsefe, bilim, tıp ve sanat gibi çeşitli alanlarda önemli roller oynamışlardır. Yahudiler, yaşadıkları bölgelerdeki kültürel çeşitliliğe katkıda bulunmuş ve birçok toplumla derin kültürel etkileşimlerde bulunmuşlardır.

Özellikle İslam dünyasında Yahudi toplulukları, bilim ve felsefe alanında önemli katkılar sağlamışlardır. Orta Çağ'da, Endülüs’teki Yahudi bilim insanları ve düşünürler, İslam ve Batı dünyası arasındaki bilgi alışverişinde köprü vazifesi görmüşlerdir.

Yahudilik, Ortadoğu’daki diğer İbrahim’i dinlerle birçok ortak kutsal mekâna sahiptir. Kudüs, Yahudilikteki en kutsal şehirlerden biridir. Yahudiler için Kudüs, Süleyman Tapınağı’nın bulunduğu yer olması sebebiyle dini ve tarihsel olarak büyük önem taşır. Aynı şekilde, Kudüs, Hristiyanlık ve İslam için de kutsal bir mekândır. Bu nedenle Kudüs, tarih boyunca Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında ortak bir dini merkez olmuştur. Ortadoğu'da Kudüs'ün bu dinler arasında taşıdığı önem, bölgedeki siyasi ve kültürel dinamikleri de etkilemiştir.

Yahudi halkı, tarih boyunca Babil Sürgünü (MÖ 586), Roma İmparatorluğu’nun Yahudi isyanlarını bastırması (MS 70), ve Orta Çağ'daki Haçlı Seferleri gibi olaylar sonucunda birçok kez diasporaya maruz kalmıştır. Bu diaspora süreçleri Yahudi kimliğinin korunmasında zorluklar yaratmış olsa da Yahudi halkı dini ve kültürel kimliklerini korumayı başarmıştır.

Yahudi toplulukları, Ortadoğu, Akdeniz ve Avrupa’da ticaret ağları oluşturmuşlardır. Yahudi tüccarların bu ticari faaliyetleri, bulundukları toplumlar arasında mal ve bilgi akışını sağlamış, kültürler arası etkileşime önemli katkılarda bulunmuştur.

Yahudi düşünürler, İslam dünyasında ve daha sonra Avrupa'da bilimsel ve felsefi gelişmelere büyük katkılarda bulunmuşlardır. Yahudi filozoflar, özellikle İslam dünyasında, Arapça metinlerin tercümesi ve yorumlanması yoluyla felsefi tartışmalara önemli katkılar sağlamışlardır. Örneğin, İbn Meymun (Maimonides), Yahudi düşüncesi ile Aristoteles felsefesi arasında köprü kurmuş ve bu düşünceler daha sonra Batı felsefesini etkilemiştir.

Yahudilik ve Musevilik, tarihsel ve dini anlamları açısından birbirine yakın kavramlardır; ancak Yahudilik daha geniş bir etnik ve kültürel kimliği kapsarken, Musevilik Yahudi dininin özel adıdır. Yahudiliğin Ortadoğu’daki etkileri, dini düşünce, hukuk, kültürel etkileşim ve diaspora süreçleri aracılığıyla derin ve geniş kapsamlıdır. Yahudi kültürü ve dini, hem Ortadoğu’nun yerel halklarıyla hem de bölgeye dışarıdan gelen topluluklarla etkileşim içinde olmuştur. Bu etkileşimler, bölgedeki diğer dinlerin ve kültürlerin gelişimine büyük katkılar sağlamıştır.

Kaynakça

1- Goodman, M.(2019). Yahudiliğin Tarihi. Princeton Üniversitesi Yayınları. 

2- Ben-Sasson, H.H. (1976). Yahudi Halkının Tarihi. Harvard University Press. 

3- Sachar, H.M.(2010). Modern Dünyadaki Yahudilerin Tarihi. Eski Kitaplar. 

4- Lewis, B.(1995). İslam Yahudileri. Princeton University Press. 

5- Elazar, D.J.(2004). Klasik Diaspora Olarak Yahudi Halkı: Batı Medeniyetinin Gelişiminde Yahudi Topluluklarının Rolü Üzerine Yazılar. Kudüs Halkla İlişkiler Merkezi.

6-Özdemir, Arslan.2013.Ortadoğu Rönesansı. Sınırsız Yayınları

24.4.25

Ortadoğu'da Müslüman Toplumların Kürtlere Bakışı: Tarihsel ve Sosyolojik Bir Analiz


"Bir halkın kaderi, ona çizilen sınırlarda değil, onun kendi iradesinde saklıdır."

Kürtler, Ortadoğu’nun en eski yerli halklarından biri olup kökenleri binlerce yıl öncesine, Medler ve daha eski Hint-Avrupa topluluklarına dayanmaktadır. Farklı imparatorlukların hâkimiyetinde yaşamalarına rağmen, kültürel kimliklerini ve dillerini koruyarak tarih boyunca önemli bir varlık göstermişlerdir. Osmanlı ve Safevi devletleri arasındaki sınır bölgelerinde özerk yapılar içinde varlıklarını sürdüren Kürtler, modern ulus devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte farklı devletlerin sınırları içinde kalmış ve siyasi, kültürel ve sosyal haklarını elde etmek için çeşitli mücadeleler vermiştir. Bugün Kürtlerin tarihi, hem bölgesel siyaset hem de kimlik mücadelesi açısından Ortadoğu’nun en önemli konularından biri olmayı sürdürmektedir.

Ortadoğu, etnik ve dini çeşitliliğin yoğun olduğu bir coğrafya olup tarih boyunca birçok çatışmaya sahne olmuştur. Kürtler, bu bölgenin en büyük devletsiz halklarından biri olarak farklı siyasi ve sosyolojik dinamiklerin etkisi altında kalmıştır. Günümüzde Irak, Suriye, Türkiye ve İran sınırları içinde yaşayan Kürtler, bağımsızlık veya özerklik talepleriyle tarihsel olarak birçok siyasi ve askeri mücadele vermiştir. Ancak bölgedeki Müslüman toplumların önemli bir kısmı, Kürtlerin haklarına karşı mesafeli bir tutum sergilemektedir.

Ortadoğu’daki mevcut devletlerin büyük çoğunluğu, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Batılı güçler tarafından çizilen sınırlar çerçevesinde şekillenmiştir. Sykes-Picot Anlaşması ve benzeri dış müdahaleler sonucunda ortaya çıkan bu devletler, içlerinde çok sayıda farklı etnik ve dini topluluk barındırmaktadır. Kürt sorununun çözümü, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurma girişimi olarak algılanmakta böylece mevcut devletlerden toprak koparılmasını gerektirdiği düşünüldüğü için bu devletler tarafından ulusal bütünlüğe bir tehdit olarak algılanmaktadır. Bu nedenle Kürtlerin haklarına kavuşması, Ortadoğu’daki mevcut sınır düzenini tehdit eden bir gelişme olarak görülmektedir (McDowall, 2004; Bozarslan, 2016).

İslamcı ideolojiler, etnik temelli devletleşmeyi genellikle ümmet birliğine zarar verecek bir unsur olarak değerlendirmektedir. Pan-İslamcı hareketler içinde güçlü olan ümmetçilik anlayışı, ulus devletlerin bölünmesini İslam birliğine zarar verecek bir gelişme olarak yorumlamaktadır. Bu nedenle birçok İslamcı grup ve devlet, Kürtlerin hak taleplerini "bölücülük" olarak adlandırmakta ve bu hareketlere mesafeli yaklaşmaktadır (Tibi, 2001; Ahmad, 2009).

Ortadoğu’daki Müslüman toplumlar, tarihsel olarak İslamcı hareketlerin etkisi altında bulunurken Kürt hareketleri genellikle seküler veya sol eğilimli ideolojilerle şekillenmiştir. Bu durum, İslamcı çevrelerde Kürt hareketlerine karşı bir güvensizlik yaratmakta ve Kürt sorununun çözümüne karşı çıkılmasına neden olmaktadır (Gunes, 2012; Romano, 2006).

Ortadoğu’da Arap, Türk ve Fars milliyetçiliği güçlü ideolojilerdir. Kürt sorununun çözümü, bu milliyetçi söylemler açısından mevcut ulusal kimliklerin sorgulanmasına ve yeniden tanımlanmasına yol açmaktadır. Irak ve Suriye’de Arap milliyetçiliği, Türkiye’de Türk milliyetçiliği ve İran’da Fars milliyetçiliği Kürt sorununun çözüm talebini kendi ulusal bütünlüklerine yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu bağlamda, Kürt sorununun çözüm girişimleri Ortadoğu’daki hâkim milliyetçi ideolojilerle çatışmaktadır (Natali, 2005; Yavuz, 2001).

Ortadoğu’daki birçok Müslüman topluluk, Kürt sorununun çözüm talebini İsrail’in bölgesel çıkarlarıyla ilişkilendirmektedir. İsrail’in Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne verdiği destek ve bazı Kürt gruplarının Batı ile geliştirdiği ilişkiler, Kürt hareketlerini bir "Batı projesi" olarak değerlendiren komplo teorilerine yol açmaktadır. Bu tür anlatılar, halk arasında Kürt sorununun çözümüne yönelik olumsuz bir algı oluşturmuş ve Kürt sorununun çözüm sürecine yönelik direnci artırmıştır (Stansfield, 2016; Barkey, 2019).

Ortadoğu’daki Müslüman toplumların Kürt sorununun çözümüne karşı çıkmalarının bir diğer önemli nedeni, bölgedeki otoriter rejimlerin yürüttüğü sistemli propaganda politikalarıdır (Gunter, 2014). Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi ülkeler, kendi ulusal bütünlüklerini koruma adına Kürtlerin siyasi ve kültürel taleplerini bir "bölücülük" tehdidi olarak sunmuş ve bu söylemi eğitim, medya ve güvenlik politikaları aracılığıyla toplumlarına dayatmıştır. Bu propaganda, Kürtlerin hak arayışlarını yabancı güçlerin oyunu olarak göstererek halkın Kürt sorununa yönelik empati geliştirmesini engellemiş, hatta bazı kesimlerde Kürtlere yönelik olumsuz algılar pekiştirilmiştir. Ayrıca, bu devletlerin resmi ideolojileri çerçevesinde şekillenen milliyetçi ve ümmetçi söylemler, Kürt kimliğinin tanınmasını ve hak taleplerinin meşruiyet kazanmasını zorlaştırmıştır. Bunun sonucunda, Kürt sorunu yalnızca siyasal bir mesele olarak değil, toplumlar arası bir ayrışma unsuru olarak da algılanmış, böylece çözüm süreci daha da karmaşık hale gelmiştir.

Kürtler arasında da birlik konusunda ciddi sorunlar bulunmaktadır. Kürt grupları arasındaki ideolojik farklılıklar, Kürt sorununun çözüm sürecini zorlaştırmaktadır (Allsop, 2014; van Bruinessen, 1992).

Ortadoğu’daki Müslüman toplumların Kürt sorununun çözümüne karşı olmalarının temelinde milliyetçilik, İslamcı ideoloji, mevcut sınırların korunması, Kürt hareketlerinin seküler karakteri ve bölgedeki güç dengeleri yatmaktadır. Bu nedenle Kürt sorunu, yalnızca etnik bir mesele değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun siyasal ve ideolojik dengelerini şekillendiren kritik bir faktördür.

Kaynakça

1-Ahmad, F. (2009). Modern Türkiye'nin Oluşumu. Routledge.

2-Allsop, H. (2014). Suriye Kürtleri: Orta Doğu'da Siyasi Partiler ve Kimlik. I.B. Tauris.

3-Barkey, H. J. (2019). Kürt Uyanışı: Parçalanmış Bir Anavatanda Ulus İnşası. Brookings Enstitüsü Yayınları.

4-Bozarslan, H. (2016). Kürtler: Tarih, Politika, Kültür. İletişim Yayınları.

5-Gunes, C. (2012). Türkiye'deki Kürt Ulusal Hareketi: Protestodan Direnişe. Routledge.

6-McDowall, D. (2004). Kürtlerin Modern Tarihi. I.B. Tauris.

7-Özdemir, Arslan,(2013).Ortadoğu Rönesansı. Sınırsız Yayınlar.

23 Nisan ve Diyarbakır’da Çocuk Olmak


"Diyarbakır’da çocuk olmak, bazen susarak büyümek, ama her şeye rağmen gülüşünde direnmektir."

Çocuk olmak, dünyaya masum gözlerle bakabilmektir. Ama bazen o gözlerin ardında biriken yük, yaştan büyük olur. Diyarbakır’da çocuk olmak, yalnızca büyümek değil; zamanından önce yaşlanmaktır kimi zaman. Oysa çocukluk, tüm çocuklara eşit sunulması gereken bir haktır; lüks değil.

Çocuk hakları, sadece kâğıt üstünde değil, sahada da var olmalıdır. Diyarbakır’da çocuklar için nitelikli eğitime, psikolojik desteğe, kültürel haklara ve güvenli alanlara acil ihtiyaç vardır. Çünkü her çocuk gibi onlar da güven içinde büyümeyi, oyunlarla gelişmeyi ve hayal kurmayı hak eder.

Diyarbakır’da çocuk olmak, bazen yoksullukla, bazen ayrımcılıkla, bazen de sessizlikle savaşmaktır. Ve bu savaşı çocukların kazanması için, onların sesine kulak vermemiz gerekir.

23 Nisan, Türkiye’de çocukların bayramı olarak kutlanırken, Diyarbakır’da yaşayan çocuklar için bugün hem neşe hem de burukluk barındırıyor. Tarihi ve kültürel zenginlikleriyle bilinen bu şehirde, çocuklar birçok güzelliğin yanı sıra ciddi sorunlarla da karşı karşıya. Diyarbakır’ın sokaklarında koşan, oyun oynayan çocuklar, bir yandan hayaller kurarken diğer yandan hayatın zorluklarıyla mücadele ediyor.

Diyarbakır’da çocukların karşılaştığı en büyük sorunlardan biri eğitimdeki eşitsizlikler. Özellikle kırsal kesimlerde ve maddi imkânsızlıklar içindeki ailelerde, çocuklar yeterli eğitim materyallerine ve fırsatlara erişemiyor. Okulların fiziki koşulları, bazı bölgelerde yetersiz kalırken, taşımalı eğitim sistemi çocuklar için hem yorucu hem de verimsiz olabiliyor. Ayrıca, ekonomik sorunlar nedeniyle bazı çocuklar okulu bırakıp çalışmak zorunda kalıyor. Sokaklarda simit satan, ayakkabı boyayan ya da tarlalarda çalışan çocuklar, 23 Nisan’ın coşkusunu tam anlamıyla yaşayamıyor.

Yoksulluk, Diyarbakır’daki çocukların hayatını derinden etkileyen bir başka gerçek. Birçok aile, temel ihtiyaçları karşılamakta zorlanırken, çocuklar sağlıklı beslenme, kıyafet ve oyuncak gibi temel haklardan mahrum kalabiliyor. Bu durum, çocukların fiziksel ve duygusal gelişimini olumsuz etkiliyor. Bayramlarda diğer çocuklar gibi yeni kıyafetler giymek, oyun parklarında özgürce eğlenmek ya da bir tiyatro gösterisine gitmek, bazı çocuklar için sadece bir hayal.

Sosyal ve kültürel engeller de çocukların dünyasında önemli bir yer tutuyor. Dil bariyerleri, özellikle Kürtçe konuşan çocuklar için eğitimde ve sosyal hayatta bir engel oluşturabiliyor. Türkçe ’yi ikinci dil olarak öğrenen çocuklar, eğitim sisteminde yeterince desteklenmediğinde kendilerini ifade etmekte zorlanıyor. Ayrıca, çatışma ve toplumsal gerilimlerin izleri, çocukların psikolojisinde derin yaralar bırakabiliyor. Güvenli oyun alanlarının eksikliği, çocukların sokaklarda özgürce vakit geçirmesini zorlaştırıyor.

23 Nisan, Diyarbakır’da yaşayan çocuklar için sadece bir bayram değil, aynı zamanda onların sesini duyurma fırsatı. Bu çocuklar, sevgi, barış ve eşitlik istiyor. Eğitimde fırsat eşitliği, güvenli oyun alanları, yoksullukla mücadele ve psikolojik destek, onların hayatını değiştirebilir. Diyarbakır’ın renkli sokaklarında, her çocuğun gülüşüyle 23 Nisan’ı gerçek bir bayrama dönüştürmek mümkün. Bunun için hepimize sorumluluk düşüyor: Çocukların hayallerine kulak vermek ve onlara daha güzel bir gelecek sunmak.

22.4.25

Aşırı Haklı Olmak: Düşüncenin Suç Sayıldığı Bir Dünya


"Hakikati yüksek sesle söyleyenler, önce yalnız kalır, sonra susturulur; ama sonunda tarih onları ayakta alkışlar."

Sokrates, antik Yunan düşünce dünyasının temel taşlarından biri, bilgelik arayışının cesur yolcusudur. M.Ö. 5. yüzyılda Atina sokaklarında dolaşarak insanlara soru soran bu filozof, gerçeği bulmanın en etkili yolunun sorgulamak olduğuna inanıyordu. Yazılı hiçbir eser bırakmamış, düşüncelerini öğrencileri aracılığıyla bize miras bırakmıştır. Onun felsefesi, ezberleri bozmak, görünene değil özü olana ulaşmaktı. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, hem alçakgönüllülüğünü hem de hakikate duyduğu derin saygıyı özetler. Sokrates, yalnızca bir filozof değil, düşüncenin kendisidir ve düşünmekten korkmayan herkesin çağdaşıdır.

Sokrates, Atina demokrasisinin altın çağında yaşamış bir düşünürdür; ancak tarihe, bir “zehir içirilerek susturulmuş hakikat” olarak geçmiştir. Onun suçu, gençleri “yoldan çıkarmak” ya da tanrılara inanmamak değildi aslında. Onun asıl suçu, aşırı haklı olmaktı. Göz önünde, herkesin susmayı seçtiği bir çağda, o sormaya devam etti: “Emin misin?” “Gerçekten biliyor musun?” “Adalet nedir?” Bu sorular, yalnızca düşünceye değil, düzenin çürümüşlüğüne de ayna tuttu. Ve işte o ayna, kırıldı. Çünkü toplumlar, çoğu zaman kendi çirkinliğini gösteren aynalara düşmandır.

Bugün, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen hakikatin sesi hâlâ hedef alınmakta. Sokrates’in idamı belki fizikseldi, ama modern dünyada bu “idam” daha sinsi, daha rafine yöntemlerle sürdürülüyor. Artık zehir kadehi yok, ama linç kültürü var; artık mahkeme salonları değil, sosyal medya mahkemeleri var. Aşırı haklı olanlar, yani düşünceleriyle sarsanlar, bugün de sistemin konforunu bozan rahatsız edici figürler olarak görülüyor. Onlar ya görmezden geliniyor, ya da itibarsızlaştırılarak yalnızlaştırılıyor. Gerçeği yüksek sesle söylemenin bedeli; işini kaybetmek, dışlanmak, etiketlenmek hatta yaşamdan soyutlanmak olabiliyor. Çünkü gerçeği söylemek, sadece bir ifade değil, bir meydan okumadır ve çoğu zaman toplum, meydan okuyanları değil, boyun eğenleri ödüllendirir.

Bu çağda düşünceyle, hakikatle ortaya çıkmak hâlâ tehlikeli bir eylemdir. Bilimin, sanatın ya da sade yurttaşın sesi; eğer mevcut düzenin ya da çoğunluğun konforunu zedeliyorsa, o ses tehdit olarak görülür. Tehdit ise her zaman susturulmalıdır – tarih boyunca bu ilke değişmemiştir. O yüzden bir düşünürün söyledikleri ne kadar doğruysa, başına gelecekler de o ölçüde ağır olur. Bugün de susmayı reddedenler; susturulmaya çalışılıyor. Bazen sansürle, bazen ekonomik baskıyla, bazen de yalnızca sessizlikle boğuluyorlar. Oysa tarih gösteriyor ki, hakikat geçici olarak susturulabilir ama asla sonsuza dek yok edilemez. Çünkü düşünce, bir kez doğduğunda artık kimsenin mülkiyetinde değildir; onun ışığı, en karanlık zamanlarda bile bir yerlerde yanmaya devam eder.

Modern çağın en etkili susturma biçimi, bir insanı tamamen gözlerden silmek, onun varlığını görmezden gelmek, sesini kısmak ve fikirlerini marjinalleştirmektir. Eskiden filozoflara zehir içirilirdi, şimdi ise onları görünmez kılarak, etkisizleştirerek, fikirlerini “uç” ya da “aykırı” etiketiyle itibarsızlaştırarak cezalandırıyoruz. Susturmak, artık yüksek sesle değil; sessizlikle yapılan bir eylem haline geldi. Kimi zaman bir düşünür konuşur ama kimse onu duymaz; kimi zaman hakikati yazan bir kalem, okunmadan çekmecelere kilitlenir. Bu da en az fiziksel idam kadar acı vericidir. Çünkü insan, bedeniyle değil, sesiyle yaşar.

Hakikat, kolay taşınabilir bir yük değildir. O; rahatsız eder, yerinden oynatır, alışılagelmiş olanı sorgulatır ve çoğu zaman ezberleri bozar. Bu yüzden insanlar, hakikati değil, huzuru seçme eğilimindedir. Ancak bu “huzur”, bir yanılsamadır; çünkü hakikatten kaçılarak kurulan her düzen, çürümeye mahkûmdur. Günümüzde “aşırı haklı” olanlara çoğu zaman yaşama hakkı değil, yalnızca susma hakkı tanınır. Çünkü onların varlığı bile bir aynadır ve o aynada toplumun görmek istemediği çelişkiler, adaletsizlikler, sahte inançlar görünür hale gelir. Kimse bu aynaya bakmak istemez. Bu nedenle gerçekleri dile getirenler, kahraman değil, tehdit olarak görülür. Onların haklılığı arttıkça, toplumun tahammülü azalır. Ve sonunda ya yalnızlaştırılırlar ya da simgesel olarak “idam” edilirler. Çünkü hakikatin karşısında en büyük savunma mekanizması, kulakları tıkamaktır.

Oysa ilerlemenin temel taşı, işte o aşırı haklılardır. Onlar sayesinde paradigmalarda değişim olur. Galileo, “Dünya dönüyor” dediğinde, Newton “doğa yasaları vardır” dediğinde, her biri çağının aşırı haklısıydı. Önce dışlandılar, sonra susturuldular, ama sonunda tarihe yön verdiler.

Bu yüzden bugün de sorulmalı: Sokrates yeniden yargılansa, biz hâkimler arasında mı olurduk, savunmasında mı?

 

Türkiye’de Öğretmen Atamaları: Bekleyişin Tükenişe Dönüştüğü Nokta


"Atanamayan her öğretmen, toplumun kaybettiği bir ışıktır."

Türkiye’de eğitim politikaları uzun yıllardır öğretmen atamaları üzerinden şekillenirken, bu sürecin yarattığı bireysel hayal kırıklıkları ve toplumsal sonuçlar daha görünür hale gelmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı'nın 2025 yılı için açıkladığı 25 bin öğretmen ataması —15 bini KPSS, 10 bini Akademi puanıyla— atama bekleyen yaklaşık 600 bin öğretmen adayı için büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu sınırlı sayı, eğitimli gençlerin hayata dair umutlarını törpüleyen, toplumsal güvensizlik yaratan ve mesleki itibarın aşındığı bir krizin yansımasıdır.

Türkiye’de öğretmen adayları, yıllar süren üniversite eğitimi ve KPSS hazırlığı sonucunda devlet kadrosuna atanma hayali kurmaktadır. Ancak 600 bin kişi arasından yalnızca 25 bin kişiye şans tanınması, bireylerin devlete ve eğitim sistemine olan güvenini ciddi biçimde sarsmaktadır. Gençlerin “çalışmanın karşılığı yok” düşüncesine kapılması, Émile Durkheim’ın “Anomi” kavramını çağrıştırır: Bireylerin, toplumun kurallarına güven duymadığı ve sosyal bağlarının zayıfladığı bir normsuzluk durumu. Özellikle yeni getirilen Akademi puanı gibi ani uygulamalar, sistemin öngörülebilirliğini azaltmakta ve liyakat ilkesine olan inancı zedelemektedir.

Bu belirsizlik ortamı yalnızca mesleki motivasyonu değil, bireylerin yaşam planlarını da etkilemektedir. Evlilik, aile kurma ve gelecek tasarımı gibi bireysel kararlar, güvenceli bir mesleğe sahip olamamanın yarattığı belirsizlikle ertelenmekte, bireylerde tükenmişlik duygusu oluşmaktadır.

Bir zamanlar toplumun en saygın mesleklerinden biri olan öğretmenlik, bugün özel sektörde düşük ücretler ve güvencesiz çalışma koşulları nedeniyle ciddi bir itibar kaybına uğramıştır. Asgari ücretin altında maaşlarla çalışan özel okul öğretmenleri, yalnızca maddi değil, aynı zamanda sembolik olarak da bir statü kaybı yaşamaktadır. Max Weber’in "meslek ve statü" ilişkisi bağlamında değerlendirildiğinde, öğretmenlerin yaşadığı bu düşüş, toplumdaki saygın konumlarını tehdit eder hale gelmiştir.

Bu durum, nitelikli bireylerin meslekten uzaklaşmasına ya da öğretmenliği son çare olarak görmesine yol açmakta; eğitim kalitesini düşüren, gelecek nesilleri etkileyen bir kısır döngü yaratmaktadır. Ekonomik açıdan yoksulluk sınırında yaşayan öğretmenler, artık geleneksel anlamda orta sınıfın bir parçası olamamaktadır. Bu, sınıfsal hareketliliğin yavaşlaması ve sosyal eşitsizliklerin daha da belirginleşmesi anlamına gelmektedir.

Atama bekleyen yüz binlerce öğretmenin varlığı, Türkiye’de yükseköğretim ile istihdam arasındaki kopukluğun en somut göstergesidir. Eğitimli bireylerin işsiz kalması, yalnızca ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda sosyolojik bir huzursuzluk kaynağıdır. Sosyal medyada örgütlenen öğretmen adayları, artan öfke ve kırgınlıklarını kolektif biçimde dile getirirken, bu durum gençlerde apolitikleşme ya da aşırı tepkisellik gibi siyasal sonuçlara da zemin hazırlayabilir.

Öğretmenlerin yaşadığı bu belirsizlik hali, dolaylı yoldan eğitim sisteminin genel niteliğini de etkiler. Atama umudu olmayan öğretmen adaylarının motivasyon kaybı, özel sektörde çalışanların ise ekonomik baskılar altında ezilmesi, derslere yansımakta ve öğrencilerin aldığı eğitimin kalitesini düşürmektedir. Oysa eğitim, bir toplumun sosyal sermayesinin temel taşıdır. Öğretmenin yıpranması, toplumsal geleceğin zayıflamasıdır.

Bu toplumsal sorunun çözümü, yalnızca bireysel gayretlerle değil, bütüncül kamu politikalarıyla mümkündür. Öncelikle öğretmen atama sürecinde adalet, şeffaflık ve öngörülebilirlik sağlanmalıdır. KPSS ve Akademi gibi sistemlerin açık biçimde tanımlanması, ani değişikliklerin önüne geçilmesi ve liyakatin esas alınması, gençlerin sisteme olan inancını yeniden tesis edebilir.

İkinci olarak, özel sektördeki öğretmenlerin özlük hakları iyileştirilmelidir. Asgari ücret güvencesi, sendikal örgütlenme özgürlüğü ve iş güvencesi gibi temel hakların güçlendirilmesi, öğretmenlik mesleğinin tekrar cazip hale gelmesini sağlayacaktır.

Son olarak, devletin uzun vadeli eğitim politikalarıyla 600 bin öğretmen adayını bir yük değil, potansiyel olarak görmesi gerekir. Köy okullarına dönüş projeleri, dezavantajlı bölgelere öğretmen teşvikleri, yaygın eğitimde istihdam gibi yöntemlerle öğretmen fazlalığı değil, doğru planlama eksikliği olduğu gerçeği kabul edilmelidir.

Türkiye’de öğretmen atamalarıyla ilgili yaşanan kriz, yalnızca istihdam meselesi değildir. Bu kriz, bireylerin geleceğe olan inancını sarsmakta, mesleki itibarı aşındırmakta ve eğitim sistemini nitelik kaybıyla yüz yüze bırakmaktadır. Ancak doğru politikalarla bu kriz, toplumsal dayanışmayı güçlendirecek bir fırsata da dönüştürülebilir. Öğretmenlerin hak ettiği saygıyı ve yaşam koşullarını yeniden kazandığı bir Türkiye, yalnızca onlar için değil, hepimiz için daha umut dolu bir gelecek demektir.

 

21.4.25

Kürtçe Kitap ve Yazıların Eğitim Materyali Olarak Pedagojik Değeri


           "Kürtçe bir kitap, bir dilin kalbidir; onu okumak, bir kültürü yaşatmaktır."

Kürtçe, tarihsel derinliği, lehçe çeşitliliği ve zengin sözlü kültürüyle Ortadoğu’nun en köklü dillerinden biridir. Türkiye, İran, Irak, Suriye ve diasporadaki milyonlarca insan tarafından günlük yaşamda konuşulan bu dil, çok sayıda halk anlatısı, destan, şiir ve modern edebi ürün aracılığıyla kültürel varlığını yüzyıllardır sürdürmektedir. Buna rağmen, Kürtçenin devlet destekli resmi eğitim sistemlerinde yeterince yer bulamaması, hem bireysel hem toplumsal düzeyde dilin yazılı boyutuyla buluşma imkânını ciddi şekilde sınırlamaktadır. Türkiye özelinde değerlendirildiğinde, anadili Kürtçe olan milyonlarca çocuk, kendi dilinde okuma-yazma öğrenme, kitaplarla tanışma ve kültürel aidiyet geliştirme şansından büyük oranda mahrum bırakılmaktadır. Bu durum, Kürtçeye dair hem pedagojik hem de sosyolojik sorunları beraberinde getirmektedir.

Ancak, tüm bu sınırlamalara rağmen, Kürtçe kitaplar, edebi eserler, halk hikâyeleri, şiirler, denemeler ve makaleler, özellikle anadili öğreniminde ve pekiştirilmesinde büyük bir potansiyele sahiptir. Kürtçe, her ne kadar eğitim dili olarak resmiyet kazanamamışsa da, bu dilde yazılmış metinler, bireylerin dilsel gelişimine katkı sağlayabilecek güçlü eğitim materyalleri olarak değerlendirilebilir. Özellikle çocukların ve gençlerin kendi ana dillerinde yazılmış metinlerle buluşması, hem dilin öğrenilmesini kolaylaştırmakta hem de kültürel kimliğin güçlenmesine katkı sunmaktadır. Bu çerçevede, Kürtçe yazılı ürünlerin eğitim materyali olarak kullanımı, sadece bir dil öğretme süreci değil, aynı zamanda bir kültürü yaşatma, kimliği koruma ve bireyin özgüvenini artırma süreci olarak da düşünülmelidir. Kürtçe yazılar, eğitim sisteminin resmi dil politikalarının dışında da, alternatif ve topluluk temelli yaklaşımlarla etkili biçimde değerlendirilebilir. Bu yazının amacı da, Kürtçe yazılı materyallerin pedagojik açıdan taşıdığı değeri ortaya koymak ve bu materyallerin eğitim süreçlerine nasıl entegre edilebileceğini tartışmaktır.

Pedagojik açıdan, dil öğreniminde otantik materyallerin (yerel hikayeler, şiirler, makaleler gibi) kullanımı, öğrenme sürecini daha anlamlı ve etkili kılar. Kürtçe kitaplar ve yazılar, öğrenenlere dilin doğal yapısını, kelime dağarcığını ve kültürel bağlamını sunar. Örneğin, bir Kürtçe hikaye kitabı, dilbilgisi kurallarını öğretmekten ziyade, dilin günlük kullanımını ve kültürel nüanslarını aktararak öğrenmeyi daha sezgisel hale getirir. Bu, dil öğreniminde kullanılan "anlam temelli yaklaşım" (meaning-based approach) ile uyumludur ve öğrencilerin motivasyonunu artırır.

Anadili temelli eğitim yalnızca akademik başarıyı değil, aynı zamanda bireyin kimlik gelişimini ve psikososyal sağlığını da destekler. Kürtçe kitaplar ve yazılar, Kürt öğrencilerin kendi kültürel kökleriyle bağ kurmalarına olanak tanır. Eğitim sisteminde kendi diline ve kültürüne yer verilen çocuklar, daha yüksek bir özgüven geliştirir ve öğrenmeye karşı daha istekli hale gelir. Bu durum, UNESCO tarafından da defalarca vurgulanmış olan "anadili eğitiminin çocukların gelişimine katkısı" ilkesiyle uyumludur.

Kürtçe bir roman okumak, öğrencinin yalnızca dil becerilerini değil, aynı zamanda kültürel belleğini de güçlendirir. Tarihî olayları konu alan öyküler, destanlar ya da çağdaş edebi eserler, öğrencilere kendi toplumlarının tarihini, direnişlerini, sevinçlerini ve acılarını tanıma imkânı sunar. Bu da öğrencinin eğitim sürecine daha derin bir duygusal bağ kurmasını sağlar.

Kürtçe kitaplar ve yazılar, farklı yaş gruplarına ve dil seviyelerine uygun şekilde seçilerek eğitim materyali olarak kullanılabilir. Başlangıç seviyesindeki öğrenciler için basit hikayeler veya masallar, orta ve ileri seviyedeki öğrenciler için ise denemeler, şiirler veya romanlar tercih edilebilir. Bu materyaller, okuma, yazma, dinleme ve konuşma becerilerini geliştirmek için çok yönlü bir şekilde kullanılabilir.

Her ne kadar Kürtçe resmî bir müfredat kapsamında öğretilmese de, sivil toplum kuruluşları, anaokulları, kültür merkezleri ve dijital platformlar üzerinden sürdürülen topluluk temelli eğitim faaliyetlerinde bu materyaller aktif şekilde kullanılabilir. Özellikle internet üzerindeki açık erişimli Kürtçe kaynaklar, bireysel öğrenmeyi teşvik eder ve mekândan bağımsız bir şekilde Kürtçe ile tanışmayı mümkün kılar.

Öğretmenler ve gönüllü eğitmenler için Kürtçe yazılar, sınıf içinde kullanılabilecek zengin içerikler sunar. Bu metinler üzerinden grup çalışmaları, yaratıcı drama, metin tamamlama, tartışma gibi etkinlikler yapılabilir.

Kürtçe kitaplar ve yazılar, yalnızca birer okuma materyali değil, aynı zamanda pedagojik, kültürel ve kimliksel gelişimi destekleyen araçlardır. Eğitim dili olmasa bile, bu eserlerin öğrenme süreçlerine dâhil edilmesi, dilin hem öğrenilmesine hem de yaşatılmasına katkı sağlar. Kürtçe’nin geleceği açısından, yazılı kültürün eğitim ortamlarına entegre edilmesi büyük önem taşır. Bu nedenle bireysel çabalar, gönüllü hareketler ve yerel topluluklar tarafından yürütülen eğitim çalışmalarında Kürtçe eserlerin daha çok yer bulması teşvik edilmelidir.

Bir dili yaşatmak için o dilde yazılmış kitapları çocukların ellerine, gençlerin yüreklerine ulaştırmak gerekir. Çünkü bir kitap, sadece bilgi değil, aynı zamanda bir halkın belleğidir.

 

Feyli Kürtler


"Feyli olmak, dağların sessizliğinde konuşmak, iki sınır arasında kimliğini unutmamaktır."

Feyli Kürtler, Kürt halkının özgün kollarından biri olup, ağırlıklı olarak Şii inancına mensupturlar. Yaşam alanları, İran ile Irak arasındaki sınır kuşağı ve özellikle Zagros Dağları'nın çevresine yoğunlaşmıştır. Hem etnik hem de mezhepsel kimlikleri nedeniyle tarih boyunca çeşitli ayrımcılık ve baskılara maruz kalmışlardır. Feyli Kürtler, Kürtçenin "Feylice" adı verilen bir lehçesini konuşur; bu lehçe, diğer Kürt lehçelerinden bazı belirgin farklar içerir. Sayılarının kesin olmamakla birlikte dünya genelinde yaklaşık 3,5 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bu nüfusun büyük bölümü Irak ve İran’da yaşarken, bir kısmı da Avrupa başta olmak üzere çeşitli diaspora toplulukları içinde varlığını sürdürmektedir.

Feyli Kürtlerin kökenine dair farklı teoriler ileri sürülmüştür. Yaygın görüşlerden biri, “Feyli” isminin Part İmparatorluğu (MÖ 247 - MS 224) döneminden geldiği ve zamanla “Pahla”dan türediği yönündedir. Bu görüş, İranlı Kürt tarihçi Mehrdad R. Izady tarafından savunulmuştur. Diğer bir teoriye göre, 13. yüzyılda yaşamış Suriyeli tarihçi Yakut el-Hemavi, “Feyli” adının “fil gibi iri” anlamına geldiğini belirtmiş, bu da dağlık bölgelerde yaşayan topluluğun fiziksel yapısıyla ilişkilendirilmiştir. Kökenleri tam olarak netleşmemiş olsa da, Feyli Kürtlerin yüzyıllardır Zagros Dağları eteklerinde varlığını sürdüren kadim bir topluluk olduğu kabul edilir.

16. yüzyıldan itibaren Şii mezhebine yönelen Feyli Kürtler, bu tercihle hem Sünni çoğunluklu Kürt topluluklarından ayrışmış hem de İran ve Irak’taki siyasi dengelerde farklı konumlara itilmişlerdir. Osmanlı döneminde, özellikle 19. yüzyılda uygulanan askerlik zorunluluğu gibi politikalar nedeniyle vatandaşlık sorunları yaşamışlar ve bu sorunlar modern Irak döneminde de devam etmiştir.

Feyli Kürtler, modern Irak tarihinde sistematik baskıların hedefi olmuş ender topluluklardan biridir. Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas rejimi döneminde, hem Kürt kimlikleri hem de Şii inançları nedeniyle yoğun bir ayrımcılıkla karşılaşmışlardır. 1970'ler ve 1980’ler boyunca rejim, onları "İran kökenli" oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarmış; yaklaşık 300 ila 500 bin arası kişi İran’a zorla göç ettirilmiştir. Bu süreçte binlercesi kaybolmuş, öldürülmüş, mallarına el konmuş ve aile yapıları parçalanmıştır.

Özellikle 4 Nisan 1980’de başlatılan toplu sürgün ve kıyımlar, tarihsel olarak “Feyli Kürt Soykırımı” olarak anılmakta ve her yıl bu tarihte anma etkinlikleri düzenlenmektedir.

Saddam rejiminin 2003 yılında yıkılmasından sonra dahi Feyli Kürtler haklarını tam anlamıyla geri kazanamamıştır. Bu kez de Irak’ta Şii olmaları nedeniyle Sünni radikal grupların hedefi haline gelmişlerdir. İran’da ise resmi olarak tanınmamışlardır; bu da onları iki ülke arasında statüsüz ve görünmez kılmaktadır.

Feyli Kürtler, güçlü bir kültürel mirasa sahiptir. Konuştukları "Feylice" lehçesi, Kürt dil ailesinin önemli bir üyesidir ve günlük yaşamda yaygın biçimde kullanılır. Topluluk, genellikle ılımlı ve uyumlu bir yapıya sahip olmakla tanımlansa da, ne Sünni Kürt grupları ne de Arap Şii toplulukları tarafından tam anlamıyla kabul görmemişlerdir. Bu da onları mezhepsel ve etnik fay hatları arasında sıkışmış bir kimliğe mahkûm etmiştir.

Bugün Feyli Kürtler, başta Irak olmak üzere çeşitli ülkelerde haklarının tanınması için mücadele etmektedir. Irak’ta soykırımın resmen tanınması, kayıpların akıbetinin açıklığa kavuşturulması ve maddi-manevi tazminat talepleri öncelikli gündem maddeleridir. İran’da ise toplumsal ve kültürel tanınma beklentisi ön plandadır.

 

Avrupa’daki Feyli Kürt diasporası da bu hak mücadelesine katkı sunmaktadır. Uluslararası platformlarda seslerini duyurmaya çalışmakta, Avrupa Parlamentosu gibi kurumlara statü talebinde bulunmaktadırlar.

Feyli Kürtler, Kürt halkının etnik ve mezhepsel çeşitliliğini temsil eden önemli bir topluluktur. Tarih boyunca hem Kürt kimlikleri hem de Şii inançları nedeniyle çifte baskıya maruz kalmış, buna rağmen kültürel varlıklarını ve toplumsal dayanıklılıklarını korumayı başarmışlardır. Onların hikâyesi, sadece bir topluluğun değil, aynı zamanda Ortadoğu’daki çok katmanlı ve çelişkili kimlik siyasetinin de bir yansımasıdır.

 

Burak Süleyman ve Ahlakın Ofsayta Düştüğü An


“Formayı sırtına geçirmiş ama insanlığı üzerine giyememiş bir Burak Süleyman’dan ne sporcu olur ne insan.”

Spor; rekabetin, mücadelenin, dayanışmanın ama her şeyden önce saygının alanıdır. Bir futbolcunun başarısı yalnızca topu fileyle buluşturmasıyla değil, aynı zamanda saha içindeki ve dışındaki duruşuyla, ahlaki tutarlılığıyla, rakibe ve tribünlere gösterdiği saygıyla ölçülür. Ancak ne yazık ki bazı figürler, bu değerlere ihanet ederek sporun temsil ettiği tüm güzel anlamları yerle bir etmeye devam ediyor. Son örnek: Çorum FK oyuncusu Burak Süleyman.

Amedspor ile oynanan maçta Burak Süleyman’ın Amedspor tribünlerine yönelik gerçekleştirdiği cinsiyetçi hareket, yalnızca bir futbol müsabakasındaki bir taşkınlık değil, toplumsal hafızada onarılması güç yaralar açabilecek bir davranış biçimidir. Bu tavır, yıllardır erkek egemen alanlarda mücadele veren kadınlara, kadın taraftarlara, kız çocuklarına ve sporda eşitlik isteyen herkese yönelik açık bir aşağılama ve hakarettir. Üstelik bu davranış, ülkenin farklı şehirlerinden gelen binlerce Amedspor taraftarının gözlerinin içine baka baka yapılmıştır. Bu, sadece rakip takımın tribünlerine değil, tüm toplumun vicdanına yapılan bir saldırıdır.

Cinsiyetçilik bir fikir değildir, bir düşünce özgürlüğü de değildir. Cinsiyetçilik, insan onurunu zedeleyen, eşitsizliği besleyen, şiddetin diline su taşıyan bir ayrımcılık biçimidir. Ve bu ayrımcılık ne yazık ki, futbolda artık normalleştirilmeye çalışılan agresif rekabetin bir parçasıymış gibi sunuluyor. Burak Süleyman’ın bu çirkin hareketi, aslında buzdağının görünen kısmıdır. Bu zihniyetin zemin bulabilmesi, yalnızca bireysel bir ahlak yitimine değil; spor kurumlarının, federasyonların ve kulüplerin de bu tür tavırları yeterince sorgulamayışına, cezalandırmayışına dayanır.

Şimdi sormak gerek: Bu psikolojiyle sahaya çıkan bir oyuncu, çocuklara, gençlere, milyonlara nasıl örnek olabilir? Hangi değerleri temsil edebilir? Utanmazca yapılan bu hareketten sonra, Burak Süleyman gibi birinin yeşil sahalarda boy göstermesi, aslında sporun kendisini kirleten bir görüntü değil midir?

Evet, sporda duygular yüksektir. Evet, zaman zaman tansiyon artabilir. Ancak hiçbir mazeret, hiçbir "anlık öfke" savunması, bu derece alçak bir hareketi meşrulaştıramaz. O hareketin ardında yatan kibir, öfke, nefret ve cinsiyet düşmanlığı, o anlık değil; çok daha derin bir zihniyetin dışavurumudur.

Bir diğer önemli nokta da şu: Eğer bu hareket Amedspor’un herhangi bir oyuncusu tarafından yapılmış olsaydı, federasyonun, medyanın ve bazı siyasi çevrelerin nasıl ayağa kalkacağını tahmin etmek zor değil. Peki şimdi neden suskunluk? Neden herhangi bir özür yok? Neden bir ceza açıklaması yapılmadı? Bu çifte standart, bu suskunluk, suça ortak olmaktan başka bir şey değildir.

Buradan açıkça ifade edelim: Burak Süleyman gibi spor ahlakından yoksun birinin sahalarda yeri olmamalıdır. Sadece özür dilemesi yetmez, sahalardan uzaklaştırılması gerekir. Futbol sadece fiziksel mücadele değil, karakter mücadelesidir. Bu karaktere sahip olmayanlar, çocukların izlediği ekranlarda, milyonların alkışladığı stadyumlarda olmamalı.

Unutulmamalı ki spor, kitlelere yön veren bir mecradır. Eğer bu mecra cinsiyetçilikle, ırkçılıkla, nefretle kirletilirse; toplumun geleceği de bu karanlıkla şekillenir. Bu yüzden Burak Süleyman’ın bu davranışı sadece bireysel değil, kurumsal bir sınavdır da. Bu sınavda kim susarsa, kim göz yumarsa, kim "önemsiz bir olay" gibi geçiştirirse, o da aynı suça ortak olur.

Bu paçavra davranışın sahiplerine değil, onurlu sporculara, kadınlara saygı duyanlara, eşitlikten yana olanlara yer var sahalarda. Spor, kimliğini, ahlaki pusulasını bu gibi örneklerle yitirmemeli. Ve bizler, sporun gerçek ruhunu savunmaktan geri durmamalıyız.

Çağrımızdır:

Bizler, sporda eşitlikten, adaletten ve ahlaktan yana olan yurttaşlar olarak; Burak Süleyman’ın Amedspor tribünlerine yönelik gerçekleştirdiği cinsiyetçi ve aşağılayıcı hareketin cezasız bırakılmasını kabul etmiyoruz. Bu davranış, yalnızca bir takımın tribünlerini değil, tüm kadınları, çocukları, gençleri ve sporun onurlu geleneğini hedef almıştır.

Türkiye Futbol Federasyonu’nu, kulüpleri, spor medyasını ve tüm ilgili kurumları açık ve net bir tutum almaya davet ediyoruz. Burak Süleyman’a gerekli sportif ve disiplin cezalarının uygulanmasını, özür dilemesini ve kamuoyuna hesap vermesini talep ediyoruz. Bu yalnızca bir ceza talebi değil; sporun karanlık yüzlerine karşı toplumsal vicdanın yükselttiği bir uyarıdır.

Sporu nefretin değil, kardeşliğin diliyle savunalım.

#CinsiyetçiliğeGeçitYok 

#AmedsporOnurumuzdur

#SporAhlakıİçinAdalet

 

18.4.25

Xewnên Di Hundirê Min De / Helbestên Bêsernav

 


Arslan Özdemir’in “Xewnên Di Hundirê Min De / Helbestên Bêsernav”adlı kitabı, duygu yoğunluğu yüksek, içsel bir yolculuğun ve toplumsal duyarlılıkların şiirsel bir yansıması olarak öne çıkıyor. Kitap, Kürtçe yazılmış ve 2025 yılında Sınırsız Kitap Yayın tarafından birinci baskısı yapılmış.

Kitap, Özdemir’in kendi ifadesiyle bir şairden ziyade bir sosyolog, eğitimci ve insan hakları savunucusu olarak yazdığı şiirlerden oluşuyor. Özdemir, şiirlerini estetik kaygılardan çok, içsel gerçeklikleri ve toplumsal gözlemleri ifade etme amacıyla kaleme aldığını belirtiyor. Bu nedenle, şiirler daha çok kişisel duygular, toplumsal meseleler ve evrensel insanlık halleri üzerine yoğunlaşıyor. “Xewnên di hundirê min de” başlığı, şiirlerin bireysel ve kolektif hayallerin, umutların ve acıların bir yansıması olduğunu ima ediyor.

Özdemir, şiirlerinde sıkça yalnızlık, içsel çatışma ve kimlik arayışı temalarını işliyor. Örneğin, “Di nav şênîyê de tenê ez û tenêtî heye” dizesi, kalabalıklar içinde yalnızlık hissini güçlü bir şekilde ifade ediyor.

“Ez di nav jiyanek bê wate de digerim” gibi dizeler, varoluşsal bir arayışı ve anlam peşinde koşmayı yansıtıyor.

Aşk, kitabın en baskın temalarından biri. Özdemir, aşkı hem bireysel hem de mistik bir bağlamda ele alıyor. “Evînê min dorpêç kirîye / Bi evînê dişewitim” gibi dizeler, aşkın hem yakıcı hem de dönüştürücü gücünü vurguluyor.

“Roj û Heyv” şiiri, aşkı doğaüstü ve efsanevi bir boyuta taşıyarak evrensel bir çerçeveye oturtuyor.

 Özdemir’in insan hakları savunucusu kimliği, şiirlerinde toplumsal meselelere duyarlılığını gösteriyor. “Zarokên kolanan” şiiri, sokak çocuklarının zorlu yaşam koşullarını ve toplumsal dışlanmayı çarpıcı bir şekilde işliyor.

“Zarok tenê li ser textê îşkenceyê” şiiri, özellikle 12 Eylül dönemi gibi tarihsel travmalara işaret ederek, baskı ve zulmün çocuklar üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor.

Doğa, Özdemir’in şiirlerinde sıkça bir metafor olarak kullanılıyor. “Hesreta bayê, qîrînek bêdeng” ya da “Ya em jê re dibêjin xweza / Niha tenê li ser kartpostalan ma” gibi dizeler, doğayla insanın kopuşunu ve doğanın kaybolan saflığını hüzünle işliyor.

“Ez Kurd im, mohra min li dîrokê ketiye” gibi dizeler, Özdemir’in Kürt kimliğine vurgu yaptığını ve bu kimliği tarihsel bir direnişle bağdaştırdığını gösteriyor. Bu tema, şiirlerde hem bireysel hem de kolektif bir mücadele ruhunu yansıtıyor.

Özdemir, geçmişle hesaplaşma, nostalji ve geleceğe dair umut arasında gidip geliyor. “Di rûpelên kevn ên dîrokê de / Ez li şopên paşerojê digerim” gibi dizeler, tarihin ve anıların insan üzerindeki etkisini sorguluyor.

Şiirler, Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinde yazılmış ve dilin doğal akışına sadık kalınmış. Özdemir, günlük konuşma dilinden çok, duygusal ve imgelerle zengin bir şiir dili kullanıyor. Bu, şiirlerin hem samimi hem de derin bir etki yaratmasını sağlıyor.

Özdemir’in şiirleri, doğadan (stêrkler, ağaçlar, rüzgar) ve evrensel sembollerden (zaman, ayna, yol) beslenen güçlü imgelerle dolu. Örneğin, “Sotikê agir dikeve, lê bi êş / Di dilê min ê sar de bêdengiyek qeşa” dizesi, içsel acıyı somut bir şekilde tasvir ediyor.

Şiirler, geleneksel ölçü ve uyak kalıplarına bağlı değil. Özdemir’in “Bêyî ku tu pîvanekê helbestî min bi kar neanî” ifadesi, bu serbest üslubu açıklıyor. Bu, şiirlerin daha kişisel ve içten bir anlatıma sahip olmasını sağlıyor.

Şiirler, yoğun bir duygusal atmosfer yaratıyor. Özdemir, hüzün, umut, öfke ve aşk gibi duyguları doğrudan ve çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. Bu, okuyucunun şiirlerle kolayca bağ kurmasını sağlıyor.

Kitabın “Helbestên Bêsernav” alt başlığı, şiirlerin bireysel bir başlık taşımadığını gösteriyor. Bu, şiirlerin bir bütün olarak okunmasını ve her birinin bağımsız ama birbiriyle bağlantılı hikayeler anlattığını düşündürüyor.

Kitap, Kürt edebiyatı içinde önemli bir yere sahip olabilir, çünkü hem bireysel hem de kolektif deneyimleri Kürtçe’nin poetik gücüyle ifade ediyor. Özdemir’in Kürt kimliğine vurgu yapması, şiirleri Kürt halkının tarihsel ve kültürel mücadelesiyle ilişkilendiriyor.

12 Eylül gibi tarihsel olaylara atıf, kitabın yalnızca kişisel değil, aynı zamanda politik bir duruş sergilediğini gösteriyor. Bu, Özdemir’in insan hakları savunucusu kimliğiyle uyumlu.

Evrensel temalar (aşk, yalnızlık, doğa) ise kitabın sadece Kürt okuyuculara değil, geniş bir kitleye hitap etme potansiyelini artırıyor.

Kitap, özellikle duygusal derinlik arayan, toplumsal meselelere duyarlı ve Kürt kültürünü daha yakından tanımak isteyen okuyucular için etkileyici bir deneyim sunuyor. Özdemir’in şiirleri, hem bireysel bir iç döküm hem de kolektif bir çığlık olarak okunabilir. Kürtçe bilmeyen okuyucular için çeviri bir seçenek olsa da, orijinal dildeki müzikalite ve kültürel nüanslar tam anlamıyla deneyimlenmek için Kürtçe okunmayı hak ediyor.

Kitabın sonunda yer alan yazar biyografisi, Özdemir’in çok yönlü kimliğini (sosyolog, eğitimci, insan hakları savunucusu) tanıtarak şiirlerin bağlamını güçlendiriyor. Bu, şiirlerin yalnızca kişisel değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel bir derinliğe sahip olduğunu gösteriyor.

Xewnên Di Hundirê Min De, Arslan Özdemir’in iç dünyasından ve toplumsal gözlemlerinden damıtılmış, duygu yüklü bir şiir toplamı. Aşk, yalnızlık, doğa, toplumsal adaletsizlik ve Kürt kimliği gibi temaları işleyen kitap, hem kişisel hem de evrensel bir anlatı sunuyor. Özdemir’in sosyolog ve insan hakları savunucusu kimliği, şiirlerine derinlik katarak onları yalnızca edebi değil, aynı zamanda toplumsal bir belge haline getiriyor. Kürt edebiyatına ve evrensel şiir geleneğine katkı sağlayan bu eser, duygusal ve düşünsel bir yolculuk vaat ediyor.

 

Eğitim Kurumunun Sorunları ve Diğer Toplumsal Kurumlar Üzerindeki Etkileri


"Eğitim, bir toplumun hem vicdanı hem de aklıdır; eksik olduğunda ikisi de kaybolur."

Eğitim, toplumsal yapının en temel kurumlarından biridir. Bir toplumun gelişmişlik düzeyi, eğitim sisteminin etkinliği ile doğrudan ilişkilidir. Ancak Türkiye’de eğitim, yıllardır yapısal, ekonomik, ideolojik ve pedagojik sorunlarla mücadele etmektedir. Bu sorunlar yalnızca eğitim alanını etkilemekle kalmaz, aynı zamanda toplumun diğer kurumları üzerinde de derin etkiler bırakmaktadır.

Eğitim, bireylerin topluma uyumunu sağlayan, toplumsal norm ve değerleri aktaran, mesleki yeterlilikleri geliştiren ve bireyin potansiyelini gerçekleştirmesine olanak tanıyan bir süreçtir. Ancak Türkiye’de eğitim kurumunun bu temel işlevleri yerine getirmekte büyük zorluklarla karşı karşıya kaldığı görülmektedir.

Eğitim Sistemindeki Temel Sorunlar

Türkiye’deki eğitim sisteminin en temel sorunu, ana dilde eğitimin olmamasıdır. Ana dilde eğitim hakkının yok sayılması, bireyin kimliğini ve kültürel aidiyetini zayıflatırken, bu eksiklik hem akademik başarıyı hem de toplumsal uyumu olumsuz yönde etkilemektedir.

Bir diğer önemli sorun, gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarının, kaliteli okullara erişimindeki zorluklardır. Kırsal bölgelerdeki okullar, kentsel alanlara göre daha az kaynak ve öğretmenle eğitim verirken, bu durum fırsat eşitsizliğini derinleştirmektedir.

Ezberci eğitim anlayışı, eleştirel düşünme ve yaratıcılığı geri planda bırakmakta, öğrencilerin yalnızca sınavları geçmeye odaklanmalarına yol açmaktadır. Bu da bireylerin toplumsal üretkenliğini sınırlamaktadır.

Öğretmenlerin ekonomik ve mesleki yıpranması, öğretmenlerin hem maddi hem de psikolojik olarak zorlanmalarına, dolayısıyla eğitim kalitesinin düşmesine neden olmaktadır. Eğitim sisteminde yapılan sık değişiklikler de belirsizlik yaratmakta ve öğretmenlerin, öğrencilerin adaptasyon sürecini zorlaştırmaktadır.

Eğitim sisteminin bilimsel ve laik temellerden uzaklaştırılması ve ideolojik müdahalelere maruz kalması, toplumsal kutuplaşmayı derinleştirerek, eleştirel düşünme ve özgür düşünceyi engellemektedir.

Eğitimdeki yapısal sorunlar, toplumsal kurumlar üzerinde zincirleme etkiler yaratmaktadır.

Öncelikle İşgücü piyasası üzerinde olumsuz etkiler görülmektedir. Eğitimsiz bir toplumda yetişen bireyler, iş dünyasına yeterli donanıma sahip olarak katılamazlar. Bu da yüksek işsizlik oranlarına ve düşük ekonomik verimliliğe yol açmaktadır.

Aile yapısı bu sorunlardan etkilenmektedir. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği, sosyo-ekonomik olarak avantajlı ailelerin çocuklarına daha fazla fırsat sağlarken, dezavantajlı grupların daha da geri kalmasına neden olmaktadır. Bu durum, ailelerin çocuklarına yönelik kaygılarının artmasına yol açmaktadır.

Eğitimde yaşanan sorunlar, demokratik katılım üzerinde de olumsuz etkiler yapmaktadır. Eğitimsiz bireylerin sayısının artması, bilinçli ve sorgulayan yurttaşların yetişmesini engellemektedir. Bu da popülist politikaların güç kazanmasına ve toplumsal manipülasyona açık bir seçmen kitlesi oluşmasına yol açmaktadır.

Kültürel üretkenlik ve sanatsal gelişimde eğitimdeki sorunlardan etkilenmektedir. Sanat, bilim ve felsefe gibi alanlarda üretken bireylerin yetişmesi için gerekli altyapı sağlanmadığında, toplumsal kültürel gelişim sekteye uğrayacaktır.

Eğitimdeki eksiklikler, hukukun üstünlüğüne olan güveni de zedelemektedir. Eğitimsiz bireyler, haklarını yeterince bilmedikleri için adaletsizliklere daha açık hale gelmektedir. Bu da hukuk sistemine olan güveni sarsmaktadır.

Türkiye’de eğitim kurumu, toplumun diğer tüm kurumlarını doğrudan etkileyen temel bir yapıdır. Eğitimin niteliğindeki gerileme, ekonomik, siyasal, kültürel ve adalet sistemlerini de olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle, eğitimde yapılacak köklü ve bilimsel temellere dayalı reformlar, yalnızca eğitim alanını değil, tüm toplumu ilgilendiren bir dönüşüm sürecinin başlangıcını oluşturacaktır.

Eğitimde reform yapılmadıkça, diğer toplumsal kurumların da sağlıklı bir şekilde işlemesi mümkün olmayacaktır. Bu sebeple eğitim, sadece bir bireyin geleceğini değil, toplumun genel yapısını da şekillendiren bir güçtür.

Eğitimin Sadece Akademik Bir Misyonla Sınırlandırılmasının Eksiklikleri

 

"Eğitim, bilgiyle donatmak değil, hayatın sanatını öğretmektir."

Türkiye’de eğitim, genellikle akademik başarı ve sınav sonuçları ile sınırlı bir çerçevede değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, öğrencilerin bireysel yeteneklerini ve potansiyellerini tam anlamıyla ortaya çıkarabilmelerinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Eğitim sisteminin yalnızca akademik bilgi aktarımına odaklanması, eleştirel düşünme, yaratıcılık ve sosyal beceriler gibi hayati yetkinliklerin gelişimini göz ardı etmektedir. Ayrıca, bu dar perspektif, öğrencilerin kişisel ve toplumsal sorumluluklarını anlamalarını, empati kurmalarını ve demokratik bir vatandaş olarak gelişmelerini engelleyerek, toplumda daha geniş bir ayrışma ve kimlik krizi yaratmaktadır. Dolayısıyla, eğitim sisteminin çok yönlü bir yaklaşım benimsemesi, bireylerin hem akademik hem de sosyal olarak gelişimine katkı sağlamak açısından büyük bir gereklilik haline gelmiştir.

Eğitim, bireylerin hem bireysel gelişimlerini hem de toplumsal yapıya uyum sağlayan çok yönlü bir süreçtir. Ancak, modern dünyada eğitim genellikle sadece akademik başarıya ve mesleki yeterliliklere indirgenmiş bir olgu olarak ele alınır. Bu indirgeme, eğitim sistemlerinin bireyleri sadece teknik bilgi ile donatıp onları toplumsal yaşamın daha geniş ve karmaşık boyutlarına hazırlama konusunda eksik kalmasına neden olur. Eğitim ve öğretim süreçlerinin birbirinden ayrılan ve birleşen yönleri üzerinde durarak, eğitimin "yaşam sanatı" öğretme işlevini daha derinlemesine incelemek gerekir.

Sosyologlar, eğitim kurumlarının bireylerin toplumsal yapı içindeki rollerini şekillendirmede merkezi bir işlev gördüğünü vurgulamaktadır. Bu anlamda eğitim sadece öğretimden, yani bilgi aktarımından ibaret değildir. Eğitim, bireylerin etik değerler, toplumsal normlar, kültürel kodlar ve kişisel gelişim becerilerini kazanmasına olanak sağlayan bir süreçtir. Bu çerçevede eğitimi "yaşam sanatı" olarak görmek, bireylerin sadece teknik bilgi değil, aynı zamanda toplumsal hayatta var olabilme, etik kararlar verebilme ve sosyal uyum sağlayabilme becerileri kazanmasını ifade eder.

Eğitim ve öğretim kavramları, sıklıkla birbirleriyle karıştırılan, ancak birbirini tamamlayan iki süreçtir. Eğitim, bireyin toplumsal yaşam içinde nasıl var olacağına dair bilgi, beceri ve değerleri kazanmasına yönelik bir süreçtir. Sosyolojik olarak eğitim, bireylerin sadece akademik bilgiyi değil, aynı zamanda toplumsal yaşamda uyumlu bir şekilde var olabilmelerini sağlayacak sosyal becerileri, kültürel sermayeyi ve etik normları edinmelerine olanak tanır (Bourdieu, 1977). Öğretim ise daha çok bilgi aktarımına, bireyin zihinsel gelişimine ve mesleki becerilerin kazandırılmasına odaklanır.

Eğitimi sadece akademik başarıya odaklı bir süreç olarak görmek, bireyin toplumsal rolleri öğrenme sürecini göz ardı etmek anlamına gelir. Eğitim, bireylerin toplum içindeki rollerini anlamalarını ve bu rollere uygun şekilde hareket etmelerini sağlar. Emile Durkheim, eğitimin sosyalleşmenin bir aracı olduğunu, bireylerin toplumun norm ve değerlerine uyum sağlamalarını kolaylaştırdığını ifade eder. Ona göre eğitim, bireylerin toplumsal rollere hazırlanmasında önemli bir işlev görür (Durkheim, 1922). Bu da eğitimin toplumsal düzenin devamlılığı için merkezi bir rol oynadığını gösterir.

Eğitim ve öğretim süreçlerinin birbirinden ayrıldığı temel nokta, işlevsel farklılıklardır. Öğretim, bireylere teknik bilgi ve akademik yeterlilik kazandırmaya odaklanırken, eğitim daha geniş anlamda bireyin toplumsal hayatta nasıl var olacağını şekillendirir. Bu bağlamda eğitim, bireylere sadece bilgi değil, aynı zamanda değerler, normlar ve sosyal beceriler kazandırır. Örneğin, toplumsal normların, cinsiyet rollerinin ve etik değerlerin bireylere aktarılması eğitim yoluyla gerçekleşir. Bu süreç aynı zamanda bireylerin toplumsal uyumlarını sağlar ve sosyal düzenin devamlılığına katkıda bulunur.

Pierre Bourdieu’nun kültürel sermaye kavramı, eğitim ve öğretim süreçlerinin bireyin toplumsal sınıf içindeki konumunu nasıl etkilediğini anlamak açısından önemlidir. Bourdieu’ya göre, bireylerin sahip olduğu kültürel sermaye (eğitim yoluyla edinilen bilgi, dil becerileri, sosyal yetenekler vb.) toplumsal hayatta nasıl konumlandıklarını belirler (Bourdieu, 1977). Eğitim, bu kültürel sermayeyi bireylere kazandıran temel araçtır ve bireylerin toplumsal merdivende yukarı çıkmalarını veya mevcut statülerini korumalarını sağlar.

John Dewey’in eğitim felsefesi, eğitimi sadece akademik başarıya indirgemeyen, bireyin tüm yaşamına yayılan bir süreç olarak gören yaklaşımlardan biridir. Dewey’e göre, eğitim bireyin kişisel ve toplumsal gelişimi için en önemli araçtır ve eğitim, hayatın kendisidir. Dewey, eğitimi yaşam için bir hazırlık olarak görmek yerine, yaşamın kendisi olarak kabul eder. Bu görüş, eğitimin bireylerin toplumsal hayatta karşılaştıkları sorunları çözme yeteneği kazanmalarına yardımcı olan bir süreç olduğunu ortaya koyar (Dewey, 1916).

Dewey’in deneyimsel öğrenme kavramı, eğitimin sadece teorik bilgi aktarımı değil, aynı zamanda bireylerin toplumsal hayatta karşılaştıkları gerçek sorunlarla başa çıkmalarını sağlayan bir süreç olması gerektiğini vurgular. Bu anlamda eğitim, bireylerin sosyal becerilerini geliştiren ve toplumsal hayata aktif katılımını teşvik eden bir süreçtir. Dolayısıyla, eğitim bireylerin hem kişisel hem de toplumsal gelişimlerine katkıda bulunarak onları daha sorumlu ve uyumlu bireyler haline getirir.

Eğitimi toplumsal değişim ve bireysel özgürleşme aracı olarak gören bir diğer önemli düşünür Paulo Freire’dir. Freire, eğitimi ezilen kesimlerin toplumsal bilinç kazanmasını sağlayan bir süreç olarak ele alır. Ona göre eğitim, bireylere sadece bilgi kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda onların dünyayı eleştirel bir şekilde sorgulama yeteneğini de geliştirir. Bu bağlamda Freire, eğitimin bireylerin toplumsal sorunları anlamalarına ve bu sorunlarla başa çıkmalarına yardımcı olan bir araç olduğunu savunur (Freire, 1970).

Freire’in eleştirel pedagoji anlayışı, eğitimin toplumsal adaletin sağlanmasında önemli bir rol oynadığını vurgular. Eğitim, bireylerin toplumsal yapılar ve güç ilişkileri üzerinde düşünmelerini sağlayarak, onları daha bilinçli ve aktif yurttaşlar haline getirir. Bu yaklaşım, eğitimin sadece bireyleri pasif bilgi alıcıları olarak değil, toplumsal sorunlara çözüm üreten aktif bireyler olarak görmesi gerektiğini savunur.

Eğitimi yaşam sanatını öğrenme süreci olarak ele almak, disiplinler arası bir yaklaşıma ihtiyaç duyar. Bireylerin yaşam becerilerini geliştirmesi, sadece bir alanın bilgi ve becerilerini öğrenmekle sınırlı değildir. Sosyal bilimler, sanat, felsefe, etik ve psikoloji gibi farklı disiplinlerin bir araya gelmesiyle bireylerin çok yönlü gelişimi sağlanabilir. Bu disiplinler arası yaklaşım, bireylerin hem entelektüel hem de sosyal, duygusal ve etik gelişimlerini destekleyerek onları daha donanımlı bireyler haline getirir.

Eğitimin sadece akademik bir amaçla sınırlandırılması, bireylerin toplumsal hayata katılımlarını ve kişisel gelişimlerini olumsuz etkiler. Eğitim, sadece bilgi aktarma değil, aynı zamanda bireylerin sosyal, duygusal ve etik yönlerini geliştiren bir süreçtir. Eğitim yoluyla bireyler, sadece mesleki beceriler değil, aynı zamanda toplumsal sorumluluklar ve etik değerler kazanırlar. Bu bağlamda eğitim, bireylerin yaşam sanatı dediğimiz becerileri kazanmalarını sağlayarak toplumsal hayata daha anlamlı bir şekilde katılmalarına olanak tanır. Eğitim ve öğretim süreçlerinin bir arada değerlendirilmesi, bireylerin hem akademik hem de sosyal hayatta başarılı olabilmeleri için gereklidir.

Kaynakça

1. Bourdieu, P. (1977). Uygulama Teorisinin Ana Hatları. Cambridge University Press.

2. Durkheim, E. (1922). Eğitim ve Sosyoloji. Free Press.

3. Dewey, J. (1916). Demokrasi ve Eğitim: Eğitim Felsefesine Giriş. Macmillan Company.

4. Freire, P. (1970). Ezilenlerin Pedagojisi. Herder ve Herder.

5. Illich, I. (1971). Okulsuz Toplum. Harper & Row.

6. Giroux, H. (1988).Entelektüeller Olarak Öğretmenler: Öğrenmenin Eleştirel Pedagojisine Doğru. Bergin & Garvey.

7. Bernstein, B. (1971). Sınıf, Kodlar ve Kontrol: Dil Sosyolojisine Doğru Teorik Çalışmalar. Routledge.